Bir Düğün, Bir Gelin ve Aynı Eski Hikâye

millet dışarıda bekliyor,
o içeride ağlıyor.
anası da ona uymuş;
hüngür hüngür ağlıyorlar...

be gelin,
kes artık şu ağlamayı.
yüzünde güller açmış halinle
muzır muzır gülerken,
seni yarın sabah görürüm ben.


"Eskiden olsa, çözerdim bu sorunu ben ama ..."


Aşkımız Bir Günahtı

(İki.)

     Lâstik gibi yumuşak, siyah ve kalın bir derisi vardı. Parlak ve kaygandı ayrıca, grese benzer vıcık vıcık bir şeyle kaplıydı; belinden tutarken ellerim yağ içinde kalıyordu. Bir de her vuruşun ardından kuyruğunu belimden dolaştırıp popoma çarptırması yok muydu, hem sinirlendiriyor, hem de daha fazla tahrik ediyordu beni. Ortalık berbat kokuyordu ve üzerimdeki gömlek sırılsıklamdı... KAHRETSİN! ŞEYTAN'I BECERİYORDUM VE MÜTHİŞ BİR BOŞALMAYA SADECE SANİYELER KALMIŞTI!...

     Adeta haykırarak uyandım. İlk yaptığım önüme bakmak oldu. Hâlâ sertti ve şortum sırılsıklamdı... Derhal banyoya gitmem gerekiyordu. Usulca ayağa kalkmaya hazırlanırken, yatağın öbür ucunda adeta büzüşmüş bir halde bana baktığını gördüm. Aynı noktaya odaklanmıştı, neden sonra yüzüme doğru yükseldi gözleri. Ne olduğunu anlamak ister gibiydi ve ben utanmıştım bu manzara karşısında. İnce örtüyü belime kadar çektim. Hâlâ şoktaydım aslında ve bir açıklama yapmam gerektiği de ortadaydı. Neyse ki o başladı söze.
     "Bağırarak boşaldın sen!?..."
     "Uyuyordum!..."
Öylece yüzüme bakıyordu. Sormak zorunda kaldım.
     "Ne dedim?"
     "İnliyordun. Uyandım; seni izlemeye başladım. Sonra birden "lâ havle ve lâ kuvvete!" diye bağırdın ve boşaldın!..."
     "Bilmiyorum. Anlamıyorum..."
     "Neyi anlamıyorsun? Kimi beceriyordun sen uykunda?!..."
Onun çekindiği ile benim adını vermek istemediğimin farklı kişiler oldukları ortadaydı.
     "Doğrusunu mu istiyorsun?"
     "Evet!"
     "Şeytanı!..."
Yataktan fırlarcasına ayağa kalktı. Ürkmüş görünüyordu.
     "Şeytanı mı?!..."
Açıklamak istiyordum ama açıklanacak gibi değildi durum.
     "Ne yapabilirdim? Uyuyordum! Uyandırsaydın ya!"
Cılız üste çıkma denemem onu kızdırmıştı.
     "Nerdeyse iki aydır benimle bir şey yaptığın yok ve sen şeytanı düzüyorsun uykunda! Üstelik hiç olmadığın kadar sertleşmişsin bir de!..."
Eğer güç bir durumdaysanız, size tavsiyem hiçbir şey açıklamaya çalışmayın. Biraz zaman kazanmaya çalışın sadece.
     "Hiç olmadığım kadar sertleştiğimi de nerden çıkardın şimdi? Toparlanabilirim, biraz zamana ihtiyacım var sadece..."
Ve size verilenle yetinmesini bilin.
     "Ama o zamanı oturma odasındaki çekyatta geçirmen gerekecek. Sapıkça kâbuslarına dayanabileceğimi sanmıyorum çünkü..."

     Açıkçası ben bunun bir kâbus olduğundan o kadar da emin değildim, değişik bir rüya demek daha doğru olurdu kanımca. Emin olduğum tek şey, uzun zaman önce birilerinin cennetten kovulmasını sağlayan kişinin, bugün itibariyle benim yatak odamdan kovulmama neden olduğuydu.


(Üç.)

     Ertesi gün ay sonuydu ve bankada iş yoğundu. Gece ona kadar çalışmak zorunda kaldım. Bir ay kadar önce kredilerde işe başlayan sarışının gözü üzerimdeydi. Bir kız arkadaşım olduğunu muhtemelen duymuştu diğer kızlardan ama yine de pas vermekten geri kalmıyordu. Beklediği adımı bir türlü atmayışımı ise çekingenliğime yoruyordu büyük olasılıkla, şimdi sizin bildiklerinizi bilmiyordu haliyle.

     Bankadan çıktım. Caddenin karşısındaki kafede iki bira içtim. Arabaya atlayıp, evin yolunu tuttum. Eve vardığımda saat on biri geçiyordu. Mutfaktaki karton kutunun içinde benim için ayrılmış iki dilim pizza buldum. Birini yedim, midemde yanma hissedince diğerini yemekten vazgeçtim. Alışkanlıktan olsa gerek, yatak odasına yöneldim. Uyuyor olmalıydı, nefes alıp verişini koridordan duyabiliyordum. Oturma odasının önünden geçerken acı gerçekle burun buruna geldim. Duvardaki gece lâmbasını açık bırakmıştı. Çekyatı açmış, üzerine çarşaf serip, yastık ve örtü koymuştu. İçeri girdim. İzci kampım başlıyordu. Soyundum ve yattım ince süngerin üstüne. Neyse ki yorgundum, uykuya dalmam kolay oldu.

     "Kaltak buraya mı attı bu akşam bizi?"
İşte yine karşımdaydı!... Yüzünü ilk kez görüyordum. Vücudu kadar siyah değildi yüzü, kahverengiye çalıyordu daha ziyade. Ama çok çirkindi; patlak gözleri, kocaman burnu, varla yok arası dudaklarıyla. Kadınsa bile, yeryüzündeki en çirkin kadındı. Yeryüzü... Sesinin kalınlığı da farklı bir çağrışım yapıyordu ayrıca. Ve gevrek gevrek sırıtıyordu karşımda. Sinir bozucuydu bu pişkinliği.
     "Senin yüzünden oldu! Ne işin var burada, kâinatta başka erkek kalmamış mıydı düzüşecek?"
     "Kalbimi kırıyorsun. Kabul et, senin de hoşuna gitti. Tanrı biliyor ya, fena da değildin."
     "Onu karıştırma şimdi, dün geceden sonra bir çarpı çekmiştir üzerime herhalde. Daha normal bir rüya olamaz mıydı sanki, nasıl böyle oldu bu?"
     "Demek o kadar zevk aldın ki, öncesini hatırlamıyorsun. Sana doğrusunu söyleyeyim. Sen istedin bunu."
Herkes geçmişte karşılaştığı ya da konuştuğu kimselerden bir miktar etkilenir değil mi? Onların söz ya da konuşma tarzlarından bir şeyler kapar, ileride tanışacağı insanlara kendi kişiliğinin bir parçası olarak yansıtmak üzere. Onun da böyle olduğunu ve eski bir tanıdığından hayli etkilendiğini anladım sondan bir önceki cümlesinden.
     "Ben mi istedim? Nasıl oldu bu?"
     "Görmek istiyor musun nasıl olduğunu?"
     "Evet, elbette."
     "Pekalâ... O zaman küçük bir ön anlaşma yapalım... Şimdi bir kez daha birlikte olacağız ve sonra ben sana dün gecenin hemen öncesini göstereceğim. Kabul mü?"
     "Ön anlaşma da ne? Birlikte falan olamayız bir daha! Bir gecelik ilişki olarak gör sen bunu!"
     "Bak hayatım... Benimle yeniden birlikte olmak istediğini adım gibi biliyorum. Ama yine de seçim senin. Ve yine doğrusunu söyleyeyim sana, ben her zaman verdiğim sözü tutarım."
Peygamber jargonuyla konuşan bir travestiyle seks pazarlığı yapıyordum adeta ve bu beni korkutuyordu. Ne var ki, bağlantıları kurabilmek için dün gecenin başına dönmeye mecburdum. Sadece sözüne güvenebileceğimden emin değildim. Olabildiğince kararlı bir ses tonuyla konuşmaya çalıştım.
     "Seni iyi tanımıyorum kara kutu. Bu yüzden sözü ben vereceğim, kararı sen. Bana istediğimi göster, karşılığını alacaksın..."
Biraz sinirli bir ifade oluştu yüzünde. Ama sinirli kadınlar hep çekici görünmüştür bana.
     "Dediğin gibi olsun. Şimdi gözlerini aç. Yavaşça aç ama hâlâ uykudasın çünkü. Yataktan kalk ve televizyona iyice yaklaş. Sakın düğmesine basayım deme. Diğer saçmalıklar frekans karışıklığına neden oluyor."
Söylediğini yaptım. Diz çökerek küçük televizyonun karşısına oturdum. Ve aniden bir görüntü belirdi ekranda...

     İnanması güçtü. Denizin dibindeydim!... Bulanık, pis bir denizdi, ortalıkta bok parçaları ve prezervatifler yüzüyordu. Ne yukarısı, ne dip görünüyordu. Karşımda büyük bir duvar, duvarın ortasında da kocaman bir delik vardı. Kanalizasyon deliğiydi bu ve büyük bir tazyikle, suyla karışık yeni bok parçaları geliyordu karşıdan. Aylin de benimleydi!... El ele tutuşmuştuk. Boştaki ellerimizle duvardaki taş çıkıntılarını tutarak kıyıdan uzaklaşmamaya çalışıyorduk. İkimiz de "ne yapacağız," der gibi birbirimize bakıyorduk...

     Birden deliğin çıkışında kocaman bir sıçan belirdi!... Fışkıran bok parçalarının arasından kayıtsız bir şekilde yüzümüze bakıyor, sonra deliğin içine girip kayboluyordu. İki kez yaptı bunu. Üçüncüsünde tam tekrar deliğe girmek üzereyken ileri atıldım ve dişlerimle kuyruğundan yakaladım onu. Bir elimle Aylin'i, diğeriyle duvarı tutmaya devam ediyordum ve ağzımla da sıçanın kuyruğunu bırakmamaya çalışıyordum. Ne var ki, çok güçlüydü sıçan; ben onu değil, o beni çekiyordu deliğin içine. Duvarı tutan elimi bırakmak zorunda kaldım sonunda, ama öbürü ile Aylin'i tutuyordum hâlâ. O da beni çekiştiriyor, gitmemi istemeyen bir yüz ifadesiyle çırpınmaya devam ediyordu...

     İkisinden birini bırakmam gerekiyordu. Aylin'inkini bıraktım. Sıçanın dişlerimin arasındaki kuyruğu ile beni çekmesine ve delik boyunca sürüklemesine izin verdim...

     Yukarı eğimliydi delik ve üzerimize doğru gelen bokla karışık basınçlı suyun aksi istikametinde ilerliyorduk. Bir süre sonra şehir kanalizasyonunun bağlantı noktasını geride bıraktık ve su akışı durdu. Yine de beni sürüklemeye devam etti sıçan ama. En uca varıncaya dek, yaklaşık yirmi metre daha sürükledi. Deliğin ucundan zayıf bir ışık geliyordu. Yaklaştıkça oda ya da dehliz gibi bir yer olduğu anlaşılıyordu. Yolculuğun sonunda ağzımdaki kuyruğu bıraktım ve tombul fare odaya doğru koşarak gözden kayboldu. Önce kafamı, sonra vücudumun geri kalanını çıkardım delikten. Dizlerimin üzerine doğrulurken gördüğüm manzara inanılmazdı! Odanın içinde yüzlerce tombul sıçan vardı ve gözlerini bana dikmiş öylece duruyorlardı. Burunları ve uzun kuyrukları oynuyordu arada bazılarının ve sanki beni bekliyormuş gibi bir ifade vardı yüzlerinde. Tabii hangisinin beni getiren olduğunu anlamama imkân yoktu o kalabalıkta...


     Etrafa bakındım. Hemen girişte, duvara dayalı, kirli bir sopa gördüm. Paslı bir demir parçasıydı, elime aldım. Önde duran sıçanlardan birine doğru hamle yaptım. O DA NE! Sopanın değmesiyle birlikte parlak bir ateş ve "cosss!" diye bir ses çıktı! Ve sıçan ortadan kayboldu! İşe yaramış gibiydi, iğrenç bir yanık et kokusu gelmişti burnuma çünkü. Aynı yöntemle devam ettim haliyle. Sopayla hangi sıçana dokunsam, gözle görülemeyecek bir hızla yanıyor ve ortadan kayboluyordu; üstelik hiçbiri kaçmıyordu da. Tek tek hepsini yok ettim bu yöntemle. Dokunuyordum ve bitiyordu... Sonunda yalnız bir sıçan kaldı. Ona doğru ilerledim. Sopayı uzattım, hafifçe dürttüm. Hiçbir şey olmadı... Sıçan gözlerini bana dikmiş, kuyruğunu oynatarak olduğu yerde duruyordu. Yavaşça çevresinden dolaştım. Uzun kuyruğu sopanın ucuyla yukarı kaldırıp kıçını dürttüm bu kez. Diğerlerinden çok daha büyük bir ateş çıktı, şimşek çaktı odada adeta! Yağlı, siyah derisi, sırıtan yüzü ile karşımda duruyordu işte.
     "Bravo!" dedi.
     "Şeytan ayrıntıda gizlidir," dedim.
Şuh bir kahkaha attı. Arkasını döndü, ellerini duvara dayayarak eğildi...

     Ekran bir anda karardı yeniden. Seçenekleri gözden geçirdim. Yan odada uyuyan, yanına sokulup şansımı bir kez daha deneyebileceğim, güzel bir kız vardı. Mutfakta bir dilim pizza ve dolapta iki-üç bira vardı. Ve maalesef, bir de verilmiş sözüm vardı. Çekyata geri döndüm, kuyrukluyıldızla ikinci randevu için gözlerimi kapattım...


     Bağırarak uyandığımda, eşikte durmuş, dehşet içinde bir gece önceki manzaranın aynısını izliyordu.
     "Senin bir psikoloğa görünmen lâzım," dedi ve odasına yürüdü.
Kapıyı kilitlediğini duydum.

(Dört.)

     Saat on ikiye yaklaşırken, orta okuldan arkadaşım Tacettin'i aradım.
     "Taci görüşmemiz lâzım. Bir sorunum var. Öğle yemeği yiyelim mi?"
Tacettin'in ağabeyi psikologdu. Doktora bile yapmıştı hatta ve üniversitede öğretim üyesiydi, ayrıca muayenehanesi de vardı. Lise yıllarında birkaç kez görmüştüm ama tanıştığımız söylenemezdi. Üniversite son sınıftaydı o sıralarda, fırlama bir tipti ve bizimle takılmıyordu pek. Daha çok Taci'nin anlattığı zamparalık hikâyelerinden tanıyordum Dr. Sadettin Ağır'ı.

     Yemekte ana hatlarıyla durumu anlattım. Benim için ağabeyinden bir randevu alıp alamayacağını sordum. Asıl beklentim, kardeşinin arkadaşı olmam sebebiyle doktorun sorunumla daha fazla ilgilenmesiydi tabii. Taci, öğleden sonra arayıp randevu alacağını, sonra bana haber vereceğini söyledi.

     Saat iki gibi telefonum çaldığında uyuklamak üzereydim bankada ve bu durumda olabilecekleri düşünmek bile istemiyordum! Tacettin daha şimdiden faydalı olmuştu doğrusu.
     "Saat beş buçukta muayenehanesinde seni bekliyor. Biraz anlattım, 'hallederiz,' dedi."
     "Sağ ol Taci..."

     Randevuya on dakika kadar erken gittim. İyi giyimli, bakımlı biriydi ve kırlaşmaya yüz tutmuş saçları bir yana bırakılırsa, hatırladığımdan pek de farklı değildi suratı. Masasında oturmuş, ince bir puro içiyordu.
     "Seni rahatsız eder mi," diye sordu puroyu göstererek.
     "Yoo, hayır," dedim.
     "İstediğin zaman başlayabilirsin anlatmaya. Dinliyorum..."
Tüm hikâyeyi anlattım. İki aydır süren sertleşme problemini, denizin dibinde başlayıp, farelerle devam eden ve şeytanla seks partisine dönüşen rüyaları. Zaten bildiğiniz için uzun uzun tekrar etmeyeyim şimdi. Hepsini dinledi, sonra bir süre önüne baktı.
     "Birkaç soru sorabilir miyim sana?"
     "Tabii. Sorun..."
     "Başından başarısız bir seks deneyimi geçti mi daha önce? Yani bu son dönemden önceyi soruyorum."
     "İlk gençlik yıllarımda birkaç kez belki. Ama herkesin öyledir değil mi?..."
     "Hmmm... Peki, çalışma ortamında çok sayıda kadın var mı?"
     "Bak bu doğru."
     "Güzel mi bunlar?"
     "Bazıları. Hatta bir tanesinin benimle ilgilendiğini sanıyorum. Ama birkaç nedenden ötürü karşılık vermeme imkân yok, tahmin edersiniz."
     "Anlıyorum..."
Bir-iki dakika kadar düşündü.
     "Bak şimdi. Önce rüyadan başlayalım istersen. Sende çok eskiden kalma bir problemin bir sebeple yeniden tebarüz etmesi sonucunda kadınlarla birlikte olamama korkusu baş göstermiş. Bu sorun mevcut ilişkine de yansımış. Hatta bir kaçış refleksi olarak, bu problemin senden kaynaklanmadığını, sebebinin mevcut ilişkin olduğunu düşünmeye başlamışsın. İlişkin bittiği takdirde sorunun da kendiliğinden ortadan kalkacağını sanıyorsun. Bu düşünceni yüzeye çıkaramayınca da bilinçaltına itmişsin. Denizde kızın elini bırakıp farenin ardından gitmen bunu gösteriyor. Anlıyor musun?"
'Evet,' anlamında başımı salladım.
     "Rüyadaki diğer fareler ise etrafındaki diğer kadınları simgeliyor. Onları da fare olarak algılıyorsun, çünkü bir şekilde onlarla da başarısız olmaktan korkuyorsun. Ortamın çok pis olması falan, hep bundan kaynaklanıyor. Yani, başarısızlık korkusu bir tür tiksintiye dönüşmüş sende. Neticede diğerleri ile de başarısız olmaktan korktuğun için hiç başlamadan yok ediyorsun onları. Farelere dokunuyorsun ve yok oluyorlar. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"
     "Sanırım."
     "Şimdi gelelim en sonuncu fareye..."
Sağ elinin işaret parmağını alnına götürdü. Düşünceli bir hali vardı.
     "Bak bu ilginç işte. Anlattığına göre şeytana dönüşmüş o da... Hmmm... Tuhaf bir durum..."
Birden alnına götürdüğü elini masaya vurdu!
     "E, düzmüş kurtulmuşsun abicim işte, ne var bunda? Bir şey söyleyeyim mi, sen olayı hemen hemen çözmüşsün yahu bu son hareketinle!..."
Doktor baştan iyi başlamıştı aslında ve fena da gitmiyordu doğrusu. Ama şu son yorumun pek bilimsel gerçekliği olmadığını düşündüm nedense.
     "Bana kalırsa," dedim, "şeytan kısmı üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Düşündüğünüz kadar basit değil gibi sanki. Pek kurtulmuşa benzemiyorum bana kalırsa. Hem, süreklilik göstermeye başladı; düzenli bir ilişkiye dönüşmesinden korkuyorum ayrıca."
Aniden hiddetlendi!
     "Bak koçum, bırak bunları! Sana şunu söyleyeyim. Büyük kafa sağlam olmadan, küçük kafa sağlam olmaz!... Git; gez dolaş, rahatla biraz. Bir tatil yap, kafanı dinlendirmeye bak. Kızı da al hatta; yok boş ver, alma kızı. Yalnız başına tatile çık sen, dediğim gibi. Bir fırsat yakalarsan da çekinme, korkusuzca saldır. Kaçamak falan yap yani."
Maceralarını yıllarca kardeşinden dinlemiş biri olarak, doktorun konuyu buraya bağlaması ve önerdiği çözüm yöntemi şaşırtıcı sayılmazdı elbette. Ama hedefi ıskaladığı ortadaydı. Sorun sandığından daha karışıktı tahminimce ve daha yaratıcı çözümlere ihtiyacım vardı benim.


     Eve girdiğimde Aylin daha dönmemişti. Mutfak balkonunun kapısını açtım. Dolaptan bir gün önceki pizza dilimini çıkardım. Yanında içmek için kapaktan bira aldım ve mutfak masasına oturdum. Kafamda doktorun son söyledikleri vardı. "Kızı bırak, tatile git sen..." Hava aydınlıktı hâlâ. Balkona bir serçe kondu. Zıplayarak kapının eşiğine kadar geldi, gerisin geriye havalanıp uçtu. Ve unuttuğum bir şeyi hatırladım...

(Bir.)

     Cumartesiydi ve keyifli bir bahar günüydü. Vakit öğleye yaklaşmıştı. Mutfak kapısını açmıştık, kuş sesleri geliyordu dışarıdan. Güneş balkona ve mutfağın bir bölümüne vuruyordu. Kahvaltı yapmıştık ve gazete okuyorduk masada. Birden kafasını kaldırıp bana seslendi.
     "Geçen yaz gittiğimiz koya gidelim mi?"
Şaşırmıştım.
     "Şimdi mi," diye sordum.
     "Ne var? Kimse yoktur bu mevsimde. Bugün ve yarın kalır, Pazartesi erkenden döneriz. Vlad'ın oteli açıktır nasılsa."
Vladimir, Rus'tu. Küçük bir otel işletiyordu koyda. Geçen yaz gittiğimizde tanışmış, ahbap olmuştuk. Yemekleri kendisi yapıyordu ve doğrusu hiç fena değildi aşçılığı. İyi fikir gibi geldi bana, çok da istekli görünmüştü ayrıca.
     "Tamam. Hazırlanıp çıkalım o zaman."
     "Fazla bir şey almamıza gerek yok. Birkaç kalın giysi alayım sadece. Akşamları serin olur. Bir-iki de kitap ha? Belki benden sıkıldığında okumak istersin."
Güldüm. Sanmıyordum. Okuma alışkanlığı olan oydu, ben değil.

     İki saate yaklaşan bir yolculuktan sonra köyün içinden geçerek koya vardık. Otelin kapısı sıkı sıkıya kapalıydı. Epeyce zile basmak zorunda kaldık. Neden sonra uykulu bir suratla açtı kapıyı Vlad.
     "Bu saatte uyuyor musun," dedim ona.
     "Ne yapayım? Daha sezon başlamadı, kimse yok. Siz ne arıyorsunuz burada?"
     "İki gün kalalım, dinlenelim dedik. Olmaz mı?"
     "Olur." Esnedi. "İçeri gelin. Çıkın yukarı, istediğiniz odayı seçin. Anahtarlar kapıların üzerinde. Kahve yapacağım şimdi, isterseniz size de yaparım."
     "Yap, on dakikaya ineriz aşağıya."

     Açık havada kahve içerken, yemek konusu aklıma geldi. Vlad'a sordum.
     "Yemek de yapacak mısın bize peki?"
Gülerek başını salladı.
     "Yaparım tabii. Dondurucuda et var, dolapta da biraz sebze meyve. Ama taze salatalık, domates, marul lâzım. Siz çıkın odaya dinlenin. Ben köye gider alırım."
Odaya çıktık. Kahve metabolizmamı hızlandırmış, yol boyunca bekleyen 'grande' depreşmişti. Hemen banyoya girdim. Çıktığımda yatağa uzanmış ve battaniyeyi üzerine çekmiş bir halde, gülümseyerek bana bakıyordu. Soyundum ve yatağa girdim...

     Nefis bir yemekti. Vlad Rusya'dan getirdiği ev yapımı şaraplarından birini açmıştı üstelik. Çok neşeliydik üçümüz de. Pikaba Paul Mauriat Orkestrası koydu Vlad ve Katyuşa eşliğinde dans etti Aylin'le. Gece on iki gibiydi odaya çıktığımızda ve hayli serindi içerisi. Isıtıcı merkezi kumandalı idi ve otelde başka kimse olmadığı için çalıştırmıyordu Vlad. Üşüyorduk. Arayıp, durumdan haberdâr ettim. Beş dakika sonra kapı çalındı. Açmamla elindeki dört-beş battaniyeyi üzerime fırlatması bir oldu.
     "Aslında üşüteceğini sanmıyordum onu bu gece. Ama madem öyle, alın size kalorifer," dedi gülerek ve gitti.

     Ertesi gün kahvaltıdan sonra deniz kenarında gezindik bir süre. Ayaklarımızı suya soktuk ve boş şezlonglarda pinekledik öğleye dek. Şezlonglar boştu ve hava da esiyordu hafiften ama mutluyduk yine de. Ya da huzurdu belki de içimizdeki his, tam kestiremiyorum. Ve 'keşke daha hazırlıklı gelseydim,' diye hayıflanıyordum içimden, 'epeydir bekleyen bir teklif için en uygun anmış çünkü.'


     Öğleyin canım bir şey yemek istemedi. Aylin kendine bir şeyler hazırlarken Vlad ve ben votkanın başına geçmiştik bile. Akşamüstüne kadar sohbet edip içtik, bir ara Aylin de eşlik etti hatta. Sonra yeniden odaya çıktık. Bir ağırlık çökmüştü üzerime, akşam yemeğine kadar küçük bir şekerleme iyi gelecekti. Yatağa uzandım. Aylin kitaplarından birini almıştı eline ve yastığını duvara dayayarak yanıma sokuldu. Nerdeyse sızmak üzereydim ki, sesini duydum.
     "Şunu dinle. Şu anlatıma bak..."
Gözlerimi hafifçe araladım. Kitabın kapağında 'Gorki, Unutulmuş Hikâyeler' yazıyordu. 'Bir an evvel uyumamı istiyor herhalde,' diye geçirdim içimden.
     "Size hayatımın en acıklı olaylarından birini, alın yazımın benimle ilk alay edişini, beni ilk kez üzüntü ile karşı karşıya getirişini; hayatın acımadan hayalcilerin suratına fırlattığı gerçek karşısında, yüreğimi korku ile titremek zorunda bıraktığı alaycı bir rastlantıyı anlatmak istiyorum..."
Bir an önce durdurmam gerekiyordu, sonuna kadar dinlemem güçtü zîra.
     "Tanıştığımız günden mi bahsediliyor burada yoksa?"
Yüzüme şöyle bir baktı, istifini hiç bozmadan devam etti.
     "Bu, bir bahar günü olmuştu. Ağaçlar yeni çiçek açmış, gösterişli, henüz soluk ve bâkir, yeşil giysilerini giymişlerdi. Bunlardan yayılan baygın bir koku, öylesine tatlı idi ki, göze görünmeyen tarla kuşlarının cıvıltılarıyla birlikte, adeta gökten geliyor sanılabilirdi." - TARLA KUŞLARI ???
Bir anda kendime geldim.
     "Ölmüştür herhalde."
     "Hayır, ne ölmesi? Ölüm falan yok bu hikâyede, daha yeni başladı zaten, dinle..."
Okumaya devam ediyordu ama dinlemeyi bırakmıştım çoktan. Ağzımdan öylesine çıkıveren sözcükler, votkanın sersemlettiği beynimde şimşek çaktırmaya yetip de artmıştı bile!...

     AYLİN'İN MUHABBET KUŞUNU... KUBUŞ'U... EVDEN ÇIKARKEN BALKONDA UNUTMUŞTUM!!!...

     Belli etmemeye çalışarak, ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Durumdan habersiz, sürdürüyordu okumayı.
     "... Bazen rüzgâr ormanı hafifçe okşuyor, bana bir ninni gibi gelen dalların yumuşak hışırtısı, göklerin sonsuzluğu içinde yüzerek ve tarla kuşlarının cıvıltılarını susturarak tatlı rengiyle gözlerimi okşayan mavi boşluklar içinde kayboluyordu." - KAYBOLMAK...
     "Tatlım, biz de kaybetmiş olabiliriz kuşu. Ölmüş olabilir..."
Birden irkildi. Bana doğru eğilerek kolumu tuttu.
     "Neden bahsediyorsun sen?"
     "Kubuş'u içeri almayı unuttum sanırım. Geceyi balkonda geçirdi bu durumda. Ölmüş olabilir şimdiye... Üzgünüm..."
Kısa bir süre yüzüme baktı, ciddi miyim diye. Sonra omzumu bıraktı, ağlamaklı oldu suratı birden. Kalkıp banyoya gitti. Yüzünü yıkadığını anladım su sesinden. Bir taraftan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu ve sesi adeta çınlıyordu odada.
     "Senin sorumsuzluklarından bıktım artık! Bir saatliğine çıkartacaktın kuşu dışarıya! Unutmam demiştin! Hata bende, sana güvenilmeyeceğini bilmem lâzımdı. Ufacık bir şeyi bile beceremiyorsun! Daha ne kadar böyle devam edecek!?..."
Hiç cevap vermedim. Alelacele toparlandık ve yola çıktık. Vlad şaşırmıştı bu duruma. Bir arkadaşımızın doğum gününü unuttuğumuzu, yetişmemiz gerektiğini söyledim ona. İki saat sonra evdeydik.

     Balkondaki kafesinin içinde öylece yatıyordu. Ölmüştü... Aylin hiçbir şey söylemedi, kuşu avucuna alıp aşağı indi. Apartmanın bahçesine gömerken balkondan izledim onu. Döndüğünde yatak odasına girdi ve bütün akşam bir daha da çıkmadı dışarı. Gece geç vakit yanına gidip yattığımda yatağın öbür ucuna doğru uzaklaştı sırtını dönerek...

     Bir hafta sonra bir gece yeniden sokuldu bana. Ama şartlar epey değişmişti. Tek kaybımız Kubuş değildi artık, bir kuş daha ölmüştü önceki hafta...


(Beş.)

     Eve girdiğinde, balkonda oturmuş, Kubuş'un iki aydır boş duran kafesini izliyordum. Dış kapının sesini duydum, yüzümü karşıdaki bloklara doğru döndüm. Yanıma geldi, omzuma dokundu.
     "Ne hissettiğini biliyorum..."
Hâlen kuş için üzüldüğümü düşünüyordu muhtemelen, sözcüğü geniş anlamda alırsak haklıydı aslında.
     "İki gece oldu, bu akşam beraber uyuyabiliriz belki," dedim.
     "Bilemiyorum," dedi.

     Yemek yapmaya koyuldu, peynirli makarna ve yanında salata. Domatesleri keserken sordu.
     "Psikolog konusunu düşündün mü?"
     "Gittim bile."
Şaşırmıştı. Söylediği şeyleri yapmama alışık değildi pek.
     "Ne dedi?"
     "Bir açıklaması var adamın."
Dikkat kesildiğini fark edince, başımı mutfak masasından kaldırıp yüzüne çevirdim.
     "Ama hem benim kafama yatmadı, hem de sen duymak istemezsin."
     "Kafana yatmasını ummuyordum zaten. Ama yine de dikkate almalısın bence."
     "Bak, anladığını sanmıyorum. Bu işi kendim çözmek zorundayım. Kendi yöntemlerimle diyeyim istersen ama hâlihazırda bir yöntem yok geliştirdiğim."
     "Çözmeyi gerçekten istiyor musun, esas konu bu aslında."
     "Evet, istiyorum. Her akşam rüyamda şeytan becermekten memnun muyum sanıyorsun?"
     "Bilmiyorum. Yorum yapmak istemiyorum daha doğrusu..."
     "Neyse. Boş ver. Halledinceye kadar çekyatta uyurum yine."
Kısa bir süre düşündü. İkimizden birinin düşünmesi iyi oluyordu.
     "Pekalâ... Beraber uyuyacağız ama sen de çaba göstereceksin bundan sonra."
     "Elimden geleni yaparım."
Bu, benimle yaşamak dışında aldığı ilk büyük riskti belki de hayatında ve doğrusu takdire değerdi...

     İkimiz de zorlandık uyumakta. Sonunda onun daldığına emin olunca, bıraktım kendimi. Çok geçmeden karşımdaydı. Yağlı güreşlerin üçüncü turu başlıyordu...
     "Sen kürkçü dükkânına geri döneceksin diye, ben ağaç olmak zorunda mıyım?"
     "Değilsin. Bu şehirde başka iktidarsız adam yok mu?"
     "Çok var. Senin farkın çözüm araman."
     "Ve çözüme hayli uzağım sayende!"
     "Ne münasebet! Hiç olmadığın kadar yakınsın hatta..."
     "Nasıl yani? Gerçekten mi?"
     "Evet!? Küçük bir anlaşmaya bakar sadece..."
     "Ne tür bir anlaşma bu?"
     "Kolay... Ama önce bir yanlış anlamayı ortadan kaldıralım. Sağda solda şeytanı becerdiğini söyleyip duruyorsun. Seni geri zekâlı! Şeytanı becermek kolay mı sanıyorsun!? Bırak becermeyi, yanına iki metreden fazla yaklaşsan, aletin mangal sucuğa döner! Ayrıca şu aralar eşcinsel ilişkilere bulaşmaz o, genellikle muhafazakârlarla çalışıyor şimdilerde..."
     "Neler zırvalıyorsun? Sen kimsin o zaman?..."
     "Pekalâ. Seviştik ama tanışmadık demek ki daha. Ben Lilit. Bir yerde kız arkadaşı sayılırım onun. Eskiden mutlu ve huzurlu günlerimiz olmuştu. Ne var ki, politika şeytanı bile köreltiyor zamanla. Eskisi kadar başarılı değil artık yatakta. Ama görev kutsaldır, bilirsin. Yeni çocuklara ihtiyaç var gidişâtı sağlama almak için."
     "Yeni çocuklar mı? Gidişâtı sağlama almak mı? Ne demek bütün bunlar??"
Durdu. Yüzünde sefkat ve hüzün karışımı bir ifade belirdi.
     "Biliyor musun şekerim," dedi, "O ve ben, ebeveyn olarak, ta en baştan beri çocuklarımızı iyi yetiştirmeye çalıştık. Onlara görevlerini hatırlattık hep, insanları yoldan çıkarmalarını söyledik. Ama şeytan bile olsan çocuğuna söz geçirmenin zor olduğu bir dönemdeyiz. Biz ne kadar anlatırsak anlatalım, dinlemiyorlar. 'Şimdi moda bu,' deyip abuk sabuk yöntemlerle önlerine geleni öldürmeyi tercih ediyorlar. Ve böyle giderse her şeyi berbat edecekler..." Yeniden durdu, derin bir iç çekti. "Oysa artık işler farklı yürüyor, öyle değil mi? Roller değişti artık. Siz şeytanlıkta bizi geçmek üzeresiniz ve bizim gelecek için yepyeni çözümlere ihtiyacımız var..." Gözlerini kısarak boşluğa doğru baktı. "Yani farklı bir tasarım gerek bize. Ve bunu ancak sizin sayenizde başarabiliriz. Yarı insan-yarı şeytan olacak bir çocuktan bahsediyorum, anlıyor musun? Sizin ve bizim özelliklerimizi birleştirecek bir çocuktan! Düşünsene..."
     "Düşünemiyorum..."
     "Yani, sonuç olarak diyeceğim o ki, bir çocuk yapmak istiyorum senden, bin yıllardır süregelen işi sonuçlandıracak bir çocuk... Karşılığında ise erkekliğini geri vereceğim sana, ki zaten istediğin buydu öyle değil mi? Fena anlaşma değil ha?"
Doğrusu, iyi bir anlaşma gibi görünüyordu. Benden yapacağı çocuğun herhangi bir işi sonuçlandırma olasılığı yoktu nasılsa. Ama küçük bir soru işareti vardı kafamda.
     "İki gecedir birlikteydik seninle; yapmış olman gerekmiyor muydu şimdiye kadar?"
     "Maalesef o kadar kolay değil."
     "Niye ki?"
     "Bu gece dahil altı yüz altmış dört kez daha birlikte olmamız gerekiyor ve son gün doğacak ancak..."
     "Hadi oradan! İyice çığırından çıktın sen!"
     "Bak aptal kafa... Çocuklarımızın kıçına başına altı yüz altmış altı sayısını niye kazıyoruz sence, dövme tutkumuzdan mı? Bir iblis kolay gelmiyor dünyaya, bilsinler ve sorumluluklarının bilincinde olsunlar diye... Biraz olsun anlayabildin mi şekerim?..."
İşler saçmalık derecesinde karmaşıklaşmıştı. Bu şartlar altında en iyi ihtimalle iki yıla yakın sürecekti içinde bulunduğum acayip durum ve o da her gün bal-pekmez yemem şartıyla.
     "Lilit," dedim. "Anlattıklarından hiçbir şey anlamadım. Ama bildiğim bir şey var. Seninle takılmaya devam edersem, yanımda yatan kıza -ki umarım hâlâ yanımda yatıyordur- elveda demek zorunda kalacağım. Ve bunu hiç istemiyorum. Üstelik çok da çirkinsin. Anlayamadığım bir sebeple beni harekete geçirmeyi başarıyorsun her seferinde. Ama iki yıl daha sürecek bir ilişki söz konusu olunca, sen de takdir edersin ki güzellik önem kazanıyor..."
     "İstediğin bu olsun."
Muazzam bir ışık saçarak, ateş topuna dönüştü birden! Ve göz açıp kapayana kadar geri geldi.
     "Bu nasıl?"
İnanılmazdı!... Lilit nefis bir sarışına dönüşmüştü!... Gözlerimi ondan alamıyordum.
     "Ya bu?"
Bu kez de şahane bir esmer oluvermişti!... Şaşkınlıktan donakalmıştım!...
     "Böyle başlayalım istersen. İleride sıkılırsan sarışın olurum yine."
Güçlükle konuşabildim.
     "Doğrusu harika görünüyorsun..."
Ama elimden geleni yapacağıma söz vermiştim Aylin'e.
     "Ben ciddiyim Lilit. Onu kaybetmek istemiyorum..."
     "Seni beyinsiz! Hâlâ anlamıyorsun değil mi? Bu halinle onu elinde tutabileceğini mi sanıyorsun? Onu zaten kaybettin! Benimle olduğun takdirde, onu kaybetmen önemli olmaktan çıkacak senin için. Çünkü hemen yarından itibaren diğerleri seni bekliyor olacak!..." Nefis bir kahkaha attı. "Tabii sadece uyanık olduğun saatlerde; yani gündüzleri ve akşamları, geceleri değil." Durdu. Eliyle saçlarını geriye attı. "Hadi söyle bana; ikna olman için daha ne yapmamı istiyorsun, ağzımla kuş mu tutayım?"
     "Bak bu fena olmazdı işte."
Bu kez kahkaha atmadı, muhteşem dolgunluktaki dudaklarında zoraki bir gülümseme belirdi sadece. Gözlerimin içine bakarak ve kalçasını oynatarak soyunmaya başladı. Sertleşmeye başlamıştım bile. Sonra gelip beni soymaya girişti. Kafamdan bir sürü şey geçiyordu bu sırada ama hepsinin sonucu aynı yere varıyordu. Bu anlaşmayı kabul etmekten başka çıkışım kalmamış gibiydi. Çıkışı bulamayınca girişe yöneldim haliyle, çaresizce...


(Altı ya da altı yüz altmış altı, her neyse.)

     İşte tam bu sırada bir muhabbet kuşu geldi uçarak ve komodinin üstüne kondu. KUBUŞ'TU BU!!!... Bütün bunların uykumda başıma gelmesinin iyi tarafı buydu belki de; eski dostları görme ve hiç olmazsa bir özür dileyebilme fırsatı.
     "Kubuş, oğlum," dedim. "Gerçekten çok üzgünüm, özür dilerim oğlum. Özür dilerim..."
Kubuş gülümsedi.
     "Özür dilemene gerek yok. Senin suçun değildi ki. Daha bir saat olmamıştı beni balkona çıkaralı ve onun isteğiyle toparlanıp çıktınız... Bütün suç senin değil dostum, üzülme artık daha fazla. Bak, nefis bir Hollandalı fıstık ile muhabbeti yarıda bırakıp, sırf bunu söylemek için geldim buraya. Geri dönmem lâzım şimdi. Üzülme tamam mı? Keyfim yerinde benim."
     "Tamam oğlum..."
Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı sanki. Minnettar bir şekilde gülümsedim ona. Yeniden havalandı. Tam giderken geri dönüp, birkaç metre yüksekten Lilit'in uzun, siyah saçlarına pislemeyi de ihmal etmedi. Lilit sinirlendi yine.
     "Bu kuş da neyin nesi!? Kendini ne sanıyor bu geri zekâlı!?"
     "Eski bir arkadaşım," dedim omzuna doğru eğilerek ve yanağından öptüm usulca. Alev alevdi yanağı, muhtemelen böylesine ateşli bir kadını öpmem mümkün olamayacaktı bundan sonra. Ne var ki, vakit ayrılık vaktiydi.
     "Hoşçakal bebeğim. Anlaşma falan olmayacak. Aşkımız bir günahtı zaten. Şimdi ben de havalanıyorum izninle. Düzmem, pardon düzeltmem gereken bir şey var. Sana tavsiyem ise bir piyango bileti alman ancak. Ve... Lütfen. Bundan sonra görüşmeyelim olur mu?"
     "Ama...Ama..."

     Gözlerimi açtım. Hâlâ serttim. Aylin'e sokuldum ve hafifçe dokundum omzuna. Hemen uyandı.


-BİTTİ-





Dahilî Müzik Yayını (*)



 
Paul Mauriat Orchestra - Katioucha (1965)

Iggy Pop & Catherine Ringer - I Put A Spell On You (2009)
[Original release: Screamin' Ray Hawkins (1957)]



 (*) : Dahilî demekten maksat, oda fiyatına dahil manasına.

Sorunlu Öğle Vakitleri ve Zorunlu Diyalektikleri

dün yumurtaydı,
bugün civciv oldu.
küçük civciv.
ne güzelsin.
yarın tavuk olacaksın.
kimine göre kadın,
kimine göre şinitsel.

kim olduğuna
ya da 
nereden baktığına bağlı.
ve hatta
öğleyin ne yediğine.

ve galiba bunların,
biri doymuş,
diğeri doymamış yağ içeriyor.
ama hangisi
ya da
neye bağlı?


"Benim aklımdaki soru başka aslında ama neyse artık."




An

belki zamanla,

bütün sesler kısılır.
bütün şarkılar kısalır.

bütün kollar yorulur.
bütün nefesler daralır.

bütün yollar tıkanır.
bütün dostluklar tükenir.

hatta,

bütün atlar vurulur ve
bütün umutlar kırılır.

bütün resimler sararır.
bütün yıldızlar kararır.

ve elbette
zamanla
bütün aşklar azalır.

ama belki de
bakarsın,
zamanda
bir 'an' olur;
bütün saatler bozulur.


 

Sen Sıcak Mevsimleri Severdin

sen sıcak mevsimleri severdin.
güneşi severdin.
sırtındaki teri severdin.

sen sıcak mevsimleri severdin.
sıcak mevsimlerde içtiğin
soğuk gazozları severdin.

sen sıcak mevsimleri severdin.
gülümseyen âşıkları,
koşuşturan çocukları severdin.

sen sıcak mevsimleri severdin.
sıcak mevsimlerde sen ve ben...
ben, seni güzelim;
sen sıcak mevsimleri severdin.