Kül

 “Pek de iyi cümleler bekleme benden," dedi.

"İyi cümlelerimi başkalarına saklıyorum halen.”

Gözleri uzaktaki bir noktaya

dalar gibi oldu.

“Ama şu ara

geride bıraktıklarımla mı

yoksa geriye kalanlarla mı

ilgilenmem gerektiğini bilmiyorum.

Ve evet,

böyle zamanlar çok şey yapabilir…”

Hemen cevap vermedim.

Yaralarını iyileştirebileceğimi

pek sanmıyordum ama

tam olarak anladığımdan 

emindim onu.

Ne var ki zaman,

birçok şey için geçti artık.

Bunu bilmesi ve

duyması gerekenleri duyması

ikimiz için de iyi olacaktı.

“Kalbi kırıklara 

nasıl yaklaşılması gerektiğini bilirim,”

dedim, acımtırak bir gülümsemeyle karışık.

“Yıllar önce 

işkence kursuna gittim.”

Gözlerini kaçırdı.

Yine o uzaktaki noktaya daldı.

Birbirimizi herhalde bir

yirmi yıldır görmüyorduk ve

hâlâ çok güzeldi…

 

Mayıs ayının son günü, bir Cumartesi gecesiydi.

Deniz tarafından 

serin bir rüzgâr esiyordu.

Lisenin karşısındaki

loş ve kuytu koruluğun girişinde bulunan

ormancı masalarından birinde

okulun karanlık siluetine bakarak oturuyorduk.

Bir şişe şarabımız

ve kâğıt bardaklarımız vardı ama

yanında çerez, peynir gibi şeyler 

ya da örneğin ortamı tamamlayan bir 

şöminemiz filan yoktu -şömine zaten hiç olmamıştı.-


Sonra geçmişten lâfladık biraz.

Yıllar önce, kasabadan ayrılırken

ona veda için uğradığım 

son geceyi hatırlattı bana

-ben unutmuşum.-

“İçkiliydin,” dedi.

“Seni camdan izliyordum.

Uzunca bir süre kaldırımdaki

sokak lâmbasına omzunu dayayarak

öylece bekledin.

Sonra yalpalayarak 

bahçe kapısından içeri girdin ve

zili çaldın.

Neyse ki bizimkiler Orlon Hüseyin’in mevlidine gitmişti de

evde yalnızdım.”

Orlon Hüseyin, manifaturacıydı.

Envaiçeşit kumaş ve yün satardı dükkânında.

İlkokul dördün yaz tatilinde

çıraklık yapmıştım yanında hatta

-kumaştan az-çok anlamam bundandır yani.-

Ellili yaşlardaydı ve

Allah'la da işi olmazdı pek.

Ama sonra bir gün

“iskeleden atlayıp intihar etmiş,” dediler.

Ölüsü ilerideki burnun yan tarafındaki koyda

kıyıya vurmuş.

Hayat ne garip.

Meğerse karısı, çocukları,

mahalle komşuları, esnaf arkadaşları

ve hatta eski çırağı ben dâhil

kimse tanımamış adamı,

buna gerek bile duymamış hatta.

Her neyse, o gün kırkıymış işte Orlon’un...

Devam etti.

“Kapıyı açtım.

Bana şöyle bir baktın ve

gözlerini

adeta tiksinir gibi kısarak

birkaç adım geri çekildin.

Sonra yüzünde 

vazgeçmiş bir yüz ifadesi belirdi.

Elini kalbine götürdün.

Sanki onu

çıkarıp vermek ister gibiydin.

İyice üstüne bastırarak,

alçak bir sesle 

“al hadi, 

şimdi bunu da ziyan et 

ve uyu,” dedin.

Sonra da gittin.

Seni bir daha hiç görmedim."

Durdu.

"Açıkçası saçmaladığını düşündüm

ve halen daha aynı fikirdeyim hatta.

Ama çok tuhaf.

Artık pek uyumuyorum biliyor musun?

Çok uyumamdan yakınırdın oysa hep.”

Konu giderek derinleşiyordu ve ben de

giderek konuya hakimiyetimi kaybediyordum sanki.

“Pek hatırlamıyorum o geceyi,”

demekle yetindim...


Derken, birkaç dakika geçmişti ki

aniden tuhaf bir şey oldu.

Hıfzı Baba, okulun gece bekçisi,

-ta bizim zamanımızdan kalmaydı,

yetmiş yaşını geçmiş olmalıydı çoktan 

ve çalışmaya devam ediyordu hâlâ-

“hafiften bunamış artık ve

yanan izmaritini sınıflardan birindeki

içi kâğıt dolu çöp kutusuna atmış,” dediler.

Bilmiyorum artık doğru muydu 

ya da kafası iyi

ama dersleri kötü bir ergenin işi miydi,

bizim manzara birden aydınlandı ve

o karanlık siluet alev aldı!

Yani tabii o kadar da hemen birdenbire olmadı ama

önce tek bir camda

karanlığa tezat hafif bir ışıltı,

sonra diğerinde.

Sonra alev giderek büyüdü ve

kısa sürede

bütün binayı kapladı.

Lisemiz yanıyordu!

Saat gece yarısını çoktan geçmişti

ama beş-on dakika içinde

nerdeyse bütün mahalle başına toplandı.

İtfaiye neden sonra geldi...

 

Bütün bu süre boyunca

biz yerimizden hiç ayrılmadık

ve hiç kimse de

o şartlar altında koruluğa girmeye

cüret edemedi...


Belki sonunda biraz ağladık da ama

o gece çok güldük.

Biz aslında 

o yangından artakalan

birkaç zerre küldük.

-Ve sanırım şömineyi

listeden silebiliriz artık.-

Bittiğinde

kâğıt bardakları masaya bıraktık ve

eski okulumuzun yanmasını 

başka bir şeye dönüştürdük…

 

Muhtemel ki insanın

yaşamı boyunca en büyük hatalarından biri

günahlarını boşa harcamasıdır.




Bir

Yalnızlık,

bardakla aldığını

belki azar azar

kaşıkla geri verir,

diye duymuştum

uzun zaman önce

ama birinden mi

emin değilim.

 

Fırtına sonrası.

Bababurun Feneri.

Sabaha karşı.

Kendimi de sayarsam eğer,

bir kişiyiz…





Kaçınılmaz

... Emniyet Müdürlüğü'nün 

yanı başındaki apartmanın 

zemin katındaki dairesinde

uzun uzadıya gözlerimin içine bakmış ve

“istersen burada 

güven içinde sevişebiliriz,” demişti.

“Yeryüzünde 

buradan daha emniyetli 

bir yer yoktur.”

Her ne kadar

bulunduğumuz salonun 

geniş penceresinin 

hemen önündeki 

polis nöbet kulübesini 

net olarak görebiliyor olsam da

ikna olmadım.

Yan odada 

kendi kendine oynayan 

ufaklığın sesini 

duymazdan gelmem güçtü çünkü.

Bunun yerine,

ağır bir motosiklet kazası geçirmiş 

ve başında bekleyen 

eşiyle birlikte

bir hastane odasında

vücudundaki kemiklerin 

dörtte biri kırık halde yatan,

çaresiz bir adamın

ziyaretim esnasında 

kaşla göz arasında 

biraz yanına sokulmamı isteyip

kulağıma fısıldayarak rica ettiği

parayı bile vermeden 

-ki cebimdeydi aslında-

öylece ayrıldım oradan...

~

Şimdi dönüp 

geriye baktığımda

tam olarak hangisi için 

olduğuna emin olamasam da

büyük pişmanlık duyuyorum

o anki kararımdan,

en az senin

benimle geçirdiğin zamanlar için

duyduğun kadar hem de.


Her neyse.

Sanırım benim için 

endişelenmeyi bıraktın artık.

Şu anda bulunduğum noktadan 

daha yukarıya gidemeyeceğimi de

anlamış olmalısın.

Ve eğer şimdi sana

“böyle olmayabilirdi,” 

diyecek olursam,

bir yandan başını sallayarak

bana hak verir gibi yaparken,

diğer yandan gözlerini boşluğa dikerek

“böyle olması kaçınılmazdı,” 

diyeceksin.

Şüphesiz ki 

yeryüzü kadar

olan bitenin 

kaçınılmaz olduğu

bir yer daha 

yoktur.

Ama yine de 

bana kalırsa durum biraz daha farklı. 

Görünüşe göre 

şeytanlarınla baş etmeyi 

başaramadın...

Bu bittiğinde 

meleklerin gelecek yanına.

Onları iyi dinle.

Kalanını onlar anlatacak sana.


Yeni bir şey söylemek 

gereksiz artık. 

Ama beni bilirsin.

Yeni bir şey söyleyemesem de

yine bir şey söylerim.

Ve hep olduğu gibi

pek öyle tamamı değilse de

bir kısmı doğru 

bir hikâyem var anlatacak sana.

Hazırım. 

Başlıyorum.

Uzun yıllar önce, 

benden birkaç yaş daha genç 

ve birkaç yıl daha yaşlı bir kadın...

Emniyet Müdürlüğü'nün yanı başındaki apartmanın...





Bu Kez

sonuncuya dek her seferinde aynıdır, bilirsin. 

ama

sonuncuda değişir her şey birdenbire. 

ve asla hazır 

olamazsın ona. 

farkında değilsindir çünkü

sonuncuya geldiğinin. 


...


eski bahçe kapısının

asma kilidini

belli belirsiz taktın yerine 

ve çıktın.


terk edilmiş bir

mahşer yeri gibiydi dışarısı.

sonunda küller savrulmuş ve

tanrılar dağılmıştı.

öylece 

yürüyordun.

 

üzerlerine

hayatlar kazınmış,

yaşlı duvarların sessizliği 

kulaklarını tırmalıyordu.

hepsini 

duyuyordun.

 

olanlara tanık,

çelimsiz bir rüzgâr,

kalan son toz zerrelerini de

önüne katmaya çalışıyordu.

ya da

başıbozuk akordunda

yaylı tamburun

ağzı bozuk bir kadın,

inceden bir

yürük semai söylüyordu belki de.

çaresiz, 

dinliyordun.

 

az evvel

indiğin trene

yeniden binmeyi düşünmüştün ama

aksi gibi o gitmişti.

artık senin için

yolculuk bitmişti.

bu kez

galiba 

biliyordun.




Araka'nın Kaybolması

Araka’nın kaybolmasını hatırlıyor musun?

Bu, bir bahar gecesinde olmuştu.
1979 yılı,
   Mayıs ayının başlarıydı.
   Havada ılık,
   tatlı bir rüzgâr esiyordu...

Bi dakka,
   Araka’yı hatırlıyor musun? 

Herkes bu isimle çağırırdı onu.
   Daracık omuzlarının üstünde
   kocaman bir kafası vardı.
Bir akşam,
   aniden yok oldu.
Her yere baktılar ama bulamadılar
   ve sonra
   onu saatlerdir görmedikleri
   geldi akıllarına.
Annesi
   delirecek gibi oldu.
Hepimizi, bütün çocukları kaldırdılar yataklarından
   -ben daha uyumamıştım.-
   Hiç gören yoktu...
Derken,
   hızla bir söylenti yayıldı.
   Akşama doğru, hava kararırken,
   kasabanın öbür tarafındaki
   ucu denize açılan yokuşta görmüşlerdi onu.
Herkes arabalara bindi.
   Bütün mahalle, arabası olmayanlar bile
   diğerlerinin arka koltuğuna ilişti.
Babam hayret ve
   şaşkınlık içindeydi.
   “Mümkün değil, oraya gitmiş olamaz,” 
   diyordu durmadan.
   O kadar şaşkındı ki
   benim de
   kendisiyle birlikte
   arabada olduğumu
   ancak yolda fark etti.
Sen,
   bizimle gelmedin.
   Seni o akşam hiç görmedim hatta.
   Yine de
   belki gelir, oturursun diye
   ön koltuğu boş bırakıp arkaya attım kendimi 
   ama gelmedin, yoktun;
   nerdeyse bir haftadır
   bizde kalıyordun oysa.
Nihayet dayanamayıp
   babama
   senin neden gelmediğini sordum.
   Birden yavaşlayıp arkaya baktı ve
   benim de arabada olduğumu fark etti.
   Biraz da şaşkınlıkla karışık
   “bir yere gitmesi gerekti onun,”
   gibi bir şeyler mırıldandı.

Beş-on dakika sonra
   yokuşun başına varmıştık.
   Herkes arabalardan çıktı ve
   dört bir yana dağıldı.
Kasabada
   yazlık evlerin olduğu muhitti,
   sağa-sola açılan sokaklar vardı yokuş boyunca.
   “Araka! Araka!”
   diye bağırıyorlardı, seslerini
   duyabiliyordum.
İşte o anda hissettim 
   denizden esen ve
   yüzümü yalayıp geçen
   o ılık, tatlı rüzgârı.
   “Ne güzel bir gece,” 
   dedim içimden.
Tam yokuş aşağı yürümeye başlamıştık ki
   babam aniden geriye döndü.
   “Sen," dedi, "arabada kalıyorsun.
   Arka camı bir parmak açıp
   kapıları kilitleyeceğim.
   Camı daha fazla açmaya ya da  
   dışarı çıkmaya çalışma.
   Hatta biz gelene kadar
   kafanı bile kaldırmadan
   öylece bekle.”
Hayatımda ilk kez 
   bu saatte 
   dışarıda,
   aşina olmadığım bir yerde
   ve yalnızdım.                                
   Bekledim...
   Yirmi kadar boş arabanın ortasında
   öylece bekledim.
   Zifiri karanlıktı
   ve rüzgârın hafif uğultusu,
   aşağıdan duyulan dalga seslerine karışıyordu... 
Sonra birdenbire
   sen çıkageldin
   -gece yarısı eve girdiğinde annemden duymuşsun olayı.-
   Arada sırada altında gördüğüm
   krem rengi
   Granada ile
   yokuşun sol tarafına park ettin.
Boş gözlerle 
   tam karşıya bakıyordun ve
   bitkin görünüyordun...
Arabadan inmedin.
   Yarı aralık camı
   iyice açıp
   bir sigara yaktın
   ve bekledin…
Neden sonra
   gözlerin kapanır gibi oldu.
   Sonuna gelmiş sigarayı
   camdan attın ve
   başını geriye yasladın.
   Herhalde
   senin de
   uykun gelmişti
   benim gibi.

Ne var ki
   birkaç dakika sonra
   beklenmedik bir şey oldu!
Kaldırımda, Granada'nın hemen arkasında
   birdenbire
   bir karaltı belirdi.
   Hızla ön tarafa ilerleyip
   sürücü koltuğunun yanında durdu.
   Kısa bir süre bekledi.
   Ve sonra birden
   açık duran camın
   çerçevesinden kavrayıp
   otomobili hızla
   tam ters yönde,
   yokuş yukarı çekmeye başladı!
   İnanılır gibi değildi!
   Gerisin geri, yokuş yukarı halde
   ve üstelik giderek hızlanıyordu araba!
Birden gözlerini açtın ve
   engel olmaya çalıştın.
   Kapıyı açmaya,
   arkana dönüp 
   bir yumruk savurmaya belki.
   Ama başaramadın.
   Hem uzun boyluydun, hem de kiloluydun be Yücel Dayı!
   Yapamadın.
   Olmadı.

Ve sen, 
   o an öldün...

Buna hiç
   hazır değildin.
   Sol kolun camdan sarkık
   ve başın diğer yana düşmüş halde
   bir saat sonra döndüklerinde buldular seni.
Bana 
   bir şey görüp görmediğimi 
   sordular.
Granada’ya baktım,
   park ettiğin yerdeydi hâlâ.
   “Görmedim,” dedim.
   “Uyumuşum.”

...


Belki merak edersin diye söylüyorum,
   Araka’yı
   evlerinin bahçesinde
   duvar dibindeki ağaca dayalı halde duran
   babasının eski traktör arka lastiklerinden birinin
   içinde buldular.
   Uyuyakalmış o da,
   senin kadar derin olmasa da...





Kavuşma

gün geceye kavuşurken çıkacaktık istasyon meyhanesinden
ve hava da böyle rüzgârlı olmayacaktı.
kulaklarımızda nağmeleri yaşlı kadının bir bir azalırken
yerini arsız ayak seslerimiz alacaktı.

loş meydanda durup birer sigara yakacaktık ve
eski kulenin yelkovanı bir tık daha atacaktı.
titrek ışığında lâmbaların boş caddeye bakarken
yorgun gözlerimizden umut okunacaktı.

"şimdi nereye," diye soracaktın bana, aldırmaz görünerek.
yüzüne o eski, bildik gülümseme dolacaktı.
köhne şehir oteline doğru ağır ağır yürürken
elim ürkek bir densizlikle elini bulacaktı.

ikimiz de buruktuk, kırıktık; hırpalanmış, yalnız ruhlar.
ihtimal ki ilkin biraz bocalayacaklar.
ama gün o gündü, yer o yer ve mevsim; sonbahar...
hüznüm gecenin karanlığında kaybolacaktı.

,

ince bir yağmur yağacaktı gün ışıdıktan az sonra.
erkenci taşra şehrini bir telaş alacaktı.
bense sakin, kaygısız, buğulu camın ardında
gözüm yastıkta parıldayan saçlarına dalacaktı.

öğle vakti gerisin geri dönecektik aynı yoldan
ve bekleme salonunda kesik bir zil çalacaktı.
son bir kez baktığımızda kompartımanlı vagondan
bizi beyaz, paslı bir tabela uğurlayacaktı.

;


işte şu an tam da önündeyim onun, saatlerdir buradayım.
"tren gecikecekmiş" diyorlar ve meyhane de kapalı.
üşüyorum, düşüyorum, her yerden uzaktayım.
demek, o son kavuşma bugüne kalacaktı...

.

gün geceye kavuşurken çıkacaktık istasyon meyhanesinden
ve hava da böyle rüzgârlı olmayacaktı...




On Kasım'ın Ardından: Emanetini Koruyoruz

lâkin, bizi bilirsin.
emanetler arasından
bir tercih yapmak zorundaydık.
pek zor olmadı, yaptık.




















biz şimdi yatıyoruz,
hadi sen de uyu artık...

Gönül Ferman Dinlemez

Galop

1
           
“Kaka kolalar Müftü’den,” diye bağırdı Terendiz Adnan istekayı devirirken. Bir anlık sessizlik yaşandı kahvede ve hemen ardından gürültü şeklinde bir kahkaha dalgası yükseldi. Sadık Abi’nin hemşerilerine çay dağıtmakla meşguldü ufaklık, müdavimlerin takılmalarına gülerek karşılık verdi her zamanki gibi. ‘Kaka kola’ onun lâfıydı ve kendisiyle dalga geçildiğinin farkında bile değildi muhtemelen. Müftü İsmail, bu sırada ümitsiz bir yüz ifadesiyle bir Adnan’ın taşlarına, bir kendi önündekilere bakmaya devam ediyordu hâlâ. Anlaşılan namazdan döndükten sonraki ikinci eli de kaybetmiş olmalıydı. Terendiz, yüzünde her zamanki alaycı gülümsemesiyle bir süre daha bekledi ikna olmasını onun ve taşları masadaki diğerlerinin arasına karıştırdı gürültüyle. Oturduğu sandalyede öne doğru hafifçe kaykılarak duruşunu ayarladı, sonra ince ve kesintisiz bir osuruk patlattı. Uzun havaların başlangıcındaki sipsi nağmelerine benzer bir ses duyuldu. Sigara içenler hızla sigaralarını söndürdü, içmeyenler de ellerini yelpaze gibi sağa sola salladı. Apranti Kıraathanesi her zamanki hoş kokulu ortamına kavuşmuştu yine...


2

            Yarış bülteninden başımı kaldırıp Adnan’a baktım. Rahat ve kendinden emin tavrıyla ufaklığa takılmaya devam etti.
            “Fehmiii... Minik ceylan, gecikme ama! Taşları dizmeden getir bak! Sonra hesap geldiğinde karı gibi mızmız ediyor İsmail abin...”
Fehmi, olduğu yerde sekercesine bir hareket yaptı. Sokaktaki boşları toplamakla Terendiz’e kola götürmek arasında tereddüde düşmüş gibiydi. Medet umarcasına ocağa doğru baktı. Çaya su çektiren Sadık Abi’yle göz göze geldi. Onun ‘tamam, ben veririm kolayı,’ anlamındaki el işaretini görünce rahatladı ve kapıya doğru seğirtti. Düşündüm. (Son zamanlarda sıkça düşünür olmuştum.) Madem kahvedeki herkes seviyordu bu çocuğu, öyleyse ne diye dilinin dönmediği sözcüklerle ya da çabuk paniklemesiyle alay etmeye devam ediyorlardı ki hâlâ? Şakayı tadında bırakmaları ve buna bir son vermeleri gerekmiyor muydu artık? Fehmi’nin kendisiyle dalga geçildiğini bir türlü fark edemiyor olması mıydı -oysa belki de fark etmişti ama belli etmiyordu- devam etmelerine sebep? Bilmiyordum, daha doğrusu anlayışla karşılayabileceğim bir yanıt bulamıyordum bu sorulara. Bildiğim bir şey varsa o da bir şeylerin ters gittiğiydi ama kahvede mi, bende mi, emin değildim ona da hâlâ.

            Bunları düşünüyordum işte ve gözümü Adnan’a dikmiş, öylece bakıyordum. Neden sonra, kendisine baktığımı fark etmiş olacak ki sandalyesinde doğrulup yüzünü benden tarafa çevirdi.
            “Ne bakıyorsun lâle soğanı,” dedi gülerek. “Beygirlerden hayır yok, aygıra mı merak saldın?”
Sesli bir kahkaha patlattı, peşinden masadaki diğerleri de ona uydu. Feridun’la göz göze geldim. Karşımdaki sandalyede, sırtı ona dönük oturuyordu. ‘Boş ver,’ der gibi başını salladı, hiç istifini bozmadan elindeki desteyi karıştırmaya devam etti. Ne var ki boş vermek için çok geçti...
            “Biliyor musun Adnan,” dedim, Terendiz’in gözlerinin içine bakarak.
            “Neyi,” dedi.
Cevap vermedim. Önüme döndüm, Feridun’a kâğıtları dağıtmasını işaret ettim.

Devamını getirmemem onu şaşırtmış olsa gerekti. Büyük ve ablak suratının ortasında toplanmış küçük gözleri bir anda tuhaf soru işaretleri ile dolmuş olmalıydı, bunu hissedebiliyordum. Öylece beklemeye devam ettim. Sonunda tutamadı kendini.
            “Neyi biliyor muyum,” diye üsteledi, sesini yükselterek.
Açmakta olduğum eli masaya bırakıp yeniden yüzüne baktım.
            “Aramızda,” dedim, “on yaş fark vardır herhalde...” Onaylamasını bekledim. Bu kez ses vermeyince sormam gerekti. “Öyle mi?”
            “Öyle?”
            “Peki, buna rağmen sana neden isminle sesleniyorum, hiç merak ediyor musun?”
            “Neden,” diye sordu, sinirli bir ses tonuyla. Kahvedeki diğerlerinin aksine ona “abi” diye hitap etmiyor olmam hayli canını sıkıyordu belli ki.
            “Çünkü,” dedim, “sana ‘Adnan Abla’ demek bir türlü içimden gelmiyor...”
Taş şıkırtıları bir anda kesildi, kahve birdenbire sessizliğe büründü yeniden. Güruhun ortalama algı düzeyi göz önüne alındığında yeterince cinsiyetçi bir cümle olmuştu belli ki. Terendiz şoka girmiş gibiydi, öylece, aval-aval yüzüme bakıyordu. Bu halini fırsat bilip aynı kanaldan devam ettim.
“Peki, neden içimden gelmiyor ‘Adnan Abla’ demek, bunu biliyor musun?”
Bu sefer cevap vermedi hiç. Gözleri, ‘duyduklarım doğru mu,’ dercesine masadaki diğerlerini dolaşıyordu.
“Demek bilmiyorsun,” dedim gülümseyerek. “Söyleyeyim de bil o zaman. Çünkü sen benim ablam olamazsın!” Bir çocuk gibi muzırca gülümsedim bunu söylerken ve sonra bir anda ciddi bir ifade takındım. Bitirici vuruşu yapmanın tam sırasıydı. “Çünkü sen koca götlü ibnenin birisin!...”
Suratı birden allak bullak oldu. Bu sonuncu epey ağır gelmiş olmalıydı. Kahvedeki tüm gözler ona dönmüştü. Etraftan çıt çıkmıyordu. Herkes Terendiz’in tepkisine odaklanmış, bekliyordu...

Beş ilâ on saniyelik bir sessizlik yaşandı. Sonra birden sesli ve kontrolsüz bir kahkaha patlattı Terendiz! Katıla-katıla gülüyordu, nerdeyse gözlerinden yaş gelmek üzereydi. Etrafta yeniden bir kıpırdanma başladı. Birkaç masadan gülüşme sesleri duyuldu, her şeyin yolunda olduğunu anlamış gibiydiler. Terendiz, önce kazağının koluyla gözlerini ve burnunu sildi, sonra yeniden bana dönüp sordu.
            “Peki, sen biliyor musun?”
            “Neyi?” Sesim adeta mırıldanır gibi çıkmıştı sanki bu esnada.
Terendiz gülmeye devam etti.
            “Şu cüretkâr soruların var ya,” dedi, “işte onları yüzüme karşı hiçbir zaman soramayacağını. Ve o saydırdığın cevapları da hiçbir zaman veremeyeceğini.”
Bir anda afalladım, hiçbir şey diyemeden öylece bakakaldım ona. Bu sırada Terendiz bir kahkaha daha patlattı.
           “İşte bu yüzden de lâle soğanısın! Hem de göt lâlesinin soğanı, hani az önce sesini duyduğun...”
Bu son cümlenin ardından istisnasız tüm masalardan yeni ve öncekilerden daha güçlü bir kahkaha dalgası yükseldi ya da bana öyle geldi, tam bilemiyorum. Çünkü, yalnızca bir saniye sonra başımı masadan kaldırdığımda, taş şıkırtıları dışında başka ses duyulmuyordu kahvede...

            Her neyse. Ne diyordum? Ha, evet, gözlerimi Terendiz’e dikmiş, öylece bakıyordum. Ve onun da baktığımı fark ettiği falan yoktu. Bir yandan etrafına tespihini sardığı şişeden kolasını yudumlarken, diğer yandan istekadaki taşların yerlerini değiştirmekle meşgûldü.


3

Etrafı bir süre daha izledikten sonra yüzümü elimdeki yarış bültenine çevirdim. Artık olmayan şeyleri oluyormuş gibi hayal etmeyi bırakmam gerekiyordu. Bir an evvel günün koşularına göz atıp ilk yarıştaki atlara odaklansam iyi olacaktı. Yazıları rahat okuyabilmek için bülteni biraz uzaklaştırdım. Bir süredir böyle yapmak zorunda kalıyordum, galiba gözlerim bozuluyordu hafiften. Tuhaftı, onlar bile yakınımdakilere kayıtsız kalmaya başlamıştı artık. Tam bu sırada bültenin sağ üst köşesindeki koyu yazı dikkatimi çekti. Bugünün tarihi yazılıydı orada ve gözüme ilk çarpan gün ya da ay hanesi değildi, yıldı yalnızca. Bin dokuz yüz doksan üç... Hay aksi! Zaman nasıl da geçiyordu... Doksanlı yıllar beşe takmış hızla ilerliyordu ve ben kendi vitesimi boşa atmış bir halde yetişmeye çalışıyordum arkalarından. Yirmili yaşların ortasındaydım ve boştaydım. Nerdeyse tamamen boştaydım...

İki yıldır sevgilim yoktu, iki aydır işim yoktu ve Feridun’dan aldığım borcu saymazsam iki haftadır param da yoktu. Durum ortadaydı. Bu hesaba göre, küçük çapta bir mucize gerçekleşmez ve gidişat aynen devam ederse, iki gün sonra bomboş kalacak gibi görünüyordum...

Her şey hızla değişiyordu ve hayatı kaçırmak üzereydim. Sosyal çevrem kahveden, arkadaş grubum ise oradakilerden ibaretti. Yapmaktan hoşlandığım herhangi bir hobim yoktu. Dahası, küçük zevklerim diye niteleyebileceğim şeyler bile elimden gitmişti sanki. Müziği kaçırmıştım örneğin. Şarkılar bir anda değişmişti. Benim uzun, kabarık saçlı adam ve kadınlarımın yerini yarı uzun ve düz saçlılar almaya başlamıştı. Melodiler zayıflamış, sözler ise tam aksine havalı olmaya başlamıştı; çok tuhaf geliyorlardı, hiçbirini anlayamıyordum. Sonra, iş hayatı değişmişti birdenbire ve onu da kaçırmak üzereydim muhtemelen. Herkes bir şeyler bilir ya da hızla öğrenir olmuştu. Bilgisayar programları, çeşitli beceriler, sertifikalar, bir sürü şey; bir anda bunlardan biriktirmeye başlamıştı herkes. Büyüklerin ‘altın bilezik’ dediği şeylerdi hepsi ve sanki yetişen alabiliyor gibi adeta saldırıyorlardı her birine. Benim bileğim ise boştu her zamanki gibi ve bir an evvel silkinip yeni iş başvuruları yapmam gerekiyordu üstelik.

Ama bütün bunlar bir yana, ilişkiler değişmişti asıl, sanki birdenbire hızlanmıştı onlar da. Hızla konuşulup hızla sevişilir olmuştu; yetişmem imkânsız gibiydi. Kızlar anlamadığım bir dilden konuşuyorlardı ve erkekler anlamadığım bir dilden sevişiyorlardı. Sanki birileri ideal ilişkinin gerek ve yeter koşullarını yeniden belirleyip bazı kademeleri aradan çıkarmışlardı ve benim bundan haberim olmamıştı.

Nihayet, belki de tümünden daha keskin değişen bir şey daha vardı ki, o da içimdeki sesti. Değişmişti o da, artık pes etmemi söylüyordu bana.
“Seni aştı artık,” diyordu. “Mucize bekleme boşuna. Bırak. Karar ver ve bırak.”

       Ve galiba bırakacaktım... Yalnızca nasıl olacağını saptamam gerekiyordu. Terendiz gibi bırakabilirdim mesela veya kahvedeki diğerleri gibi. Hayatımı taş şıkırtılarına veya iskambil kâğıtlarına indirgemek pek de zor olmasa gerekti. Ya da daha esaslı bir paydos yapabilirdim; neden olmasın? Bırakacaktım; bu kesindi. Yalnızca tek bir yarışa daha bakardı, o da söz verdiğim için. Ve sonrasında tamamdı. Diğer atlar kendi koşularına devam edeceklerdi ama ben benimkini bırakacaktım... Müşterek bahis harici olacaktım artık, kimse bana para yatıramayacaktı bir daha.


4

            Feridun’a baktım. Fal açıyordu. Sakin ve kaygısız görünüyordu. O böyle şeyleri dert etmezdi hiç, hayatı temel gerçekler üzerinden yaşamayı tercih ederdi. Yapmak istemediklerini yapmaz, düşünmek istemediklerini düşünmezdi. Karşısına çıkan her şey daha önce karşılaştıklarından, her sorun daha önce çözdüklerinden olurdu böylece. Yani pekâlâ yolunda sayılabilirdi hayat onun için. Ama galiba şansı da etkendi bunda biraz. Babası her ayın başında dairelerden ikisinin kirasını onun hesabına yatırmaya devam ediyordu sonuçta ve Feridun bedeline katlandıkça bir aksaklık da çıkmayacaktı muhtemelen bunda. Yoksa pek de şanslı sayılmaz mıydı, tam da emin olamadım şimdi; ödemekte olduğu bedeli göz önüne alınca. Bedel derken ailesiyle aynı evi paylaşması, onlardan bağımsız olarak yaşamıyla ilgili ciddi hiçbir karar alamayacağını baştan kabullenmesi gibi şeyleri kastediyorum. Her neyse, neden kurcalıyorum ki bunları, sonuçta herkes gibi onun da yapmakta olduğu bir fayda bölü maliyet hesabı olmalıydı elbette.

Birbirimizin gönül işlerini pek deşmez, üstünkörü konuşmakla yetinirdik daha ziyade ama kızlarla ilişkileri de farklıydı onun. Çoğunlukla dışarıda takılırlardı. Dışarıda buluşur, dışarıda yemek yer, dışarıda sevişirlerdi. Ve dışarıda ayrılırlardı benden farklı olarak. “Böylesi daha rahat oluyor,” derdi, “içeriye hiçbir şey girmiyor böylece.” Bir keresinde kahveye hasta gelmişti, durmaksızın öksürüyordu. “Neyin var,” dediğimde, önceki akşam bir kızla tanıştığını ve geceyi birlikte geçirdiklerini söylemişti. “Eee,” diye sormuştum safça, “üstün açık mı kalmış yani?” Gülümseyerek, “fuardaydık,” demekle yetinmişti. Ve ben başka bir soruya gerek duymamıştım devamında, bu yanıt onu anlamaya çalışmanın boşuna olduğunu kabul etmeme yetip de artmıştı çoktan.  Ne yazık ki farklı eksenlerdeydik onunla da, bizi buluşturansa uzun zamandır aynı ‘kare’nin içinde bulunuyor olmamızdı yalnızca...

5

            “İkizler gelmeyecek galiba,” dedi karenin diğer yarısı olan Ferhat ve Serhat’ı kastederek. “Biri bitirme tezi derdinde, öbürü de o olmadan çişe bile gitmez zaten.” Desteyi toplayıp masanın köşesine bıraktı. “Bugün briç yatar. Gidip galop izleyelim mi?”
            “Bilmiyorum,” dedim. “Pek keyfim yok. Derece tutmam zor yani.”
            “Ama Perikızı var bugün, söyleyeyim. Yarından sonra da koşuyor ayrıca. Sayende her kupona yazdığımıza göre ‘gidip görelim,’ derim.” Hafifçe gülümseyerek, kinayeli bir tonda söylemişti son cümleyi.
            “Bakarız,” dedim. “Daha erken ama. Saat üçten önce çıkmaz zaten.”

            Perikızı, bir numaramdı... Burun farkıyla ikinci olduğu meydın koşusundan beri izliyordum onu ve şimdiye dek gördüğüm en iyi kısraktı belki de. Ne var ki, bütün bir numaralar gibi o da hayal kırıklığına uğratmıştı zaman içinde. Üstelik, son üç yarıştır startta kalma huyu başlamıştı bir de. Diğer atlardan en az elli metre sonra koşuya başlıyor, sona doğru bir veya ikisini güçlükle geçebiliyordu. Benim gibi onu ilk yarışından beri izleyenler ümitlerini çoktan kesmişlerdi artık ve iki gün sonra da startta kalırsa benim gibi o da müşterek bahis dışı olacaktı muhtemelen...

Bu kez farklı bir taktik izleyecektim ama. Kahveye yalnızca yüz metre mesafede olmasına rağmen hipodroma gitmeyecek ve canlı seyretmeyecektim koşuyu. Önemli değildi, masada oturup radyodan dinleyebilirdim. Son şansını iyi değerlendirmesi için bu kadarını yapabilirdim. Ona verdiğim bir tür söz gibiydi bu ve tuhaf bir tür tılsım yapıyordum, bir bakıma ikimiz adına da. Bir kez kırsa yeterdi şeytanın bacağını, sonrası kolaydı onun için ve kim bilir belki benim için de...


6

            Sadık Abi’ye birer kaşarlı tost söyleyip Adana altılısının kritiğini yaptık. Çoğu, ne yapacağından emin olamadığımız atlardı. Diğer atçıların ‘eşek’ dediklerinden, burada dikiş tutturamayacakları bilindiği için oraya gönderilenlerden yani ve tek ortak meziyetleri de bizim gibi bu işten anlıyor geçinenleri yanıltmaktan ibaretti. ‘Bari paramız cepte kalsın,’ diye düşünerek küçük ve bol sürprizli bir kupon yaptık hızla ve Sadık Abi’ye verdik tostları getirdiğinde. Sonra da kâğıt ayırmaya giriştik, ikizler ortada olmayınca altmışaltıdan başka seçenek kalmamıştı çünkü. İşte tam bu sırada kapı istikametinden gelen tanıdık bir sesle irkildik!... Terendiz Adnan’dan çıkan her türlü sese –ve hatta bazılarının peşi sıra yayılan kimi kokulara da- katlanmaya alışmıştık ama bu uğursuz sese tahammülümüz yoktu kahvede. Ne çare, karşıdan görünmüştü bile.
            “Altı patlar, katlayana atlar!...”
Haydar Amca girmişti içeriye, namı diğer Kumlabeni Haydar... Hemen ardında bastonuna dayanarak yürüyen Molla Rahmi’ye iki adımda bir kaş-göz ederek yaklaşıyordu işte!... Feridun’la birbirimize baktık, galiba yakalanmak üzereydik yine. Adımlarını sürüyerek gelip tam tepemizde durdu ikisi de. Kumlabeni dökülmüş ön dişlerini göstererek sırıttı.
            “Birleştirin desteleri teresler, dedeleriniz çay içmeye geldi!”
Kastettikleri, yanıktı. Feridun’la ikimizi ne zaman yalnız yakalasalar çay parasına yanık oynamak için başımıza çöreklenen bu moruklardan illallah gelmişti artık.
            “Ferhat’ları bekliyoruz Haydar Amca,” dedi Feridun yarım ağızla.
            “Ne Ferhat’ı len, dağı deliyordur o şimdi,” deyip bir kahkaha patlattı ihtiyar sandalyeyi çekerken. “Bırak bunları oğlum, gelseler gelirlerdi. Çabalama, birleştir desteleri!”

            Haydar Amca yetmişin üstündeydi muhtemelen ve gerçek bir baş belasıydı. Yalakası Molla Rahmi de aynı yaştaydı aşağı yukarı ama biraz döküktü ona nispetle.  Ve mollalıkla da hiç ilgisi yoktu elbette, epey müşkülâtlı bir prostat sorunu vardı sadece. Oyun sırasında her on dakikada bir “mola!” diye bağırıp çişe gittiği için adı Mola Rahmi’ye çıkmış, zaman içinde de Molla’ya evirilmişti. Sonuç itibariyle, bu ikili kahvede adeta terör estiriyor, çöreklendikleri masaya tam anlamıyla kök söktürüyorlardı. Kimseyi yalnız yakalamasınlar, hemen dörtlüyü oluşturup yanığa zorluyor, bir güzel ütüp iki saatin içinde beşerden on çaylarını içmeden bırakmıyorlardı... En kötüsü de hemen her oyun esnasında Haydar Amca’nın ‘Kumlabeni’ lâkâbını almasına neden olan hikâyeyi yeniden ve en baştan dinlemek zorunda olmaktı. Durum dayanılacak gibi değildi artık ve herkes yaka silkmişti ikisinden de ama yaşlarına hürmeten ses çıkarmayıp devam ediyorlardı oynamaya. Ve ne yazık ki -ikizlerin devamlılık sorunu nedeniyle- gözdeleri de bizdik son dönemde.
           
“İyi kar daltaban,” dedi Kumlabeni Haydar, parmağını sallayarak Feridun’a.
İçinden ‘ya sabır,’ çekip bir kez daha karıştırdı desteleri Feridun ve elleri dağıttı peşi sıra. Kumlabeni, kâğıtlarını dizmesiyle birlikte ilk ikiliyi yere açtı.
            “Bre bismillah,” dedi. “Nasıl da biliyor değil mi Rahmi kime geleceğini?”
            “Çay mı söylemeli yoksa,” diye onayladı Molla Rahmi kendi ikilisini açarken.
Feridun kâğıtlardan başını kaldırmadan mırıldandı.
“Oyuncu oyuncu olsun amcalar.”
Kumlabeni güldü yine.
“Daltaban, oyuncu dedin, aklıma geldi,” diye başladı. “Hiç unutmam, sene elli bir. Otuz yaşında var yoğum. Rahmetli üçüncüye hamile, evde yatıyor. Neyse, bir akşam hatunun birini aldım, kasabanın sahiline götürdüm. Kumlara oturduk. İyisinden bir şişe de şarap var yanımızda ha, teşkilât da sağlam yani. Diyeceğim, maksat oyun olsun, hem içelim, hem oynaşalım biraz. Fakat gel gelelim, oynaşmak ne mümkün? Hatun bir azgın, bir azgın! Altımda tepiniyor adeta. Kumlar da ıslak bildin mi, yapışıyor oramıza buramıza. Sonra ben dedim, "bu böyle olmayacak, şunu yapacaksak tam yapalım." Hatun direkman ne dese beğenirsin?”
İşte yine başlıyordu...

7

            Kahvenin kapısında durmuş, Sadık Abi’ye çay parası ödemekte olan Feridun’u bekliyordum. Kumlabeni ve Molla Rahmi, dışarıya birer sandalye çekmiş ve kahvenin duvarına sırtlarını vermiş halde, Sadık Abi'nin hemşerileriyle emekli sohbetine dalmışlardı. Caddeye baktım. Güneş karşı kaldırımda parlıyordu. Bir gün önceki şiddetli yağmurun ıslattığı yol gelip geçen araçlar sayesinde kurumuş, hatta toz tutmaya başlamıştı ama kaldırıma yakın yerler hâlâ nemli, hatta çamurluydu. Ve gelip geçen insanlar... Galiba onların da durumu caddeye benziyordu; ortaları kupkuru, bir tek kenarları nemli...


8

            Ilık ve güneşli Şubat öğleden sonrasına karşıt olarak her zamanki gibi soğuktu hipodrom. Tribünde beş-on kişi ya var ya yoktu, favori atların galoplarını izleyip gitmiş olmalıydılar çoğu. Kum pist hâlâ ıslaktı. Bu, fazladan iş çıkacağı anlamına geliyordu benim için; önümüzdeki iki gün boyunca yağış olmazsa tuttuğum dereceleri atın önceki ıslak-kuru farklarını gözeterek öne çekmek gerekecekti çünkü. On dakika civarında bir bekleyişin ardından Perikızı uzaktan göründü.

Muhteşemdi!... Diğer atlara oranla sıklet olarak biraz gerideydi belki ama vücut oranları mükemmele yakındı. Kızıl yeleleri ve upuzun kuyruğuyla çocukluk hayallerimin arasından fırlamış gibiydi, gözlerimi ondan alamıyordum...

İki gün sonra bin sekiz yüz koşacaktı ama bin dört yüz startından galop yapmaya hazırlanıyordu. Feridun, yüzüme baktı.
            “Ne diyorsun?”
Gözlerimi pistten ayırmadan yanıtladım.
            “Yarıştaki mesafesini koşsa daha iyiydi.”
            “Tempo yüklemek istiyorlar herhalde.”
            “Gücünü koruyamayabilir ama. Son dört yüze beş boy farkla girmezse zorlanır sonra.”
Başını sallayarak gülümsedi Feridun.
            “Nereye beş boy fark, yapma dostum! Zaten çıkamıyor hayvan, biliyorsun. Üstelik bunu onlar da biliyor. Diğerleri ile yan yana koşmaktan korkuyor bu hayvan dostum!”
            “Kim korkmuyor ki...”

            Jokeyin dizginleri bir çekip bir gevşetmesi sonucu tıknefes bir galop yaptı Perikızı. Derece pek tatminkâr değildi. Feridun’a döndüm. Son dört yüzü ayrı ölçmüştü.
            “Sprint nasıldı?”
Yüzünü buruşturdu.
            “Ha işte.”  
“Dur bakalım. Belki pist kuruyunca daha iyi olur.”
Güldü.
            “Belki... Belki de artık yazmasak onu, daha iyi olur.”


9

            Çıkışta seyyardan elimize birer çeyrek köfte yaptırıp otobüs durağına yürüdük. Güneş hafiften devrilmeye başlamış, hava iyice soğumuştu. Beklemeye başladık.

Her sabah Karşıyaka Çarşı’nın arka sokaklarından çıkıp sahilde otobüse biniyor ve yaklaşık iki saat boyunca kâh uyuklayıp, kâh dışarıyı seyrederek geliyordum buralara ve akşam da geri dönüyordum aynı yolu. Gidecek başka yolları olanlar için uzun bir mesafeydi belki ama benim için değil. Beklemek kötüydü ama. Otobüs seyrek geçiyordu ve durakta beklemek gerekiyordu öylece. Bir durakta belediye otobüsü beklemek insana ne öğretir, bilir misiniz? İleriye bakmamayı. Hep geriye, araçların geldiği yöne bakarsın. Sonra birinin yaklaştığını görürsün. Önünden geçene dek izlersin onu ama geçip gittikten sonrasını izlemezsin. O geçip gider ve sen tam karşındaki, belki de caddenin karşısındaki belirsiz bir noktaya bakarak kalakalırsın. İşte senin için hayat, o anda gördüğündür. Bazen baktığın noktada küçük bir şey dikkatini çeker. Bu iyiye işarettir. Ama çoğunlukla hiçbir şey görmezsin ve dönüp yeniden geriye bakarsın. Şanslıysan bineceğin otobüs çabuk gelir ve bu kısır döngüye bir ara verirsin, tabii yalnızca bir dahaki bekleyişe kadar. Ama bazen de beklediğin otobüs bir türlü gelmez, hatta hiçbir otobüsün geçmediği olur dakikalarca. İşte o zaman bir yandan geriye bakmaya devam ederken, diğer yandan geride bıraktıklarını düşünürsün, belki farkında bile olmadan.

Neyse ki, bugün Feridun da benimle birlikteydi durakta ve bütün bu anlattıklarım için zamanım olmadı. Aslında yalnızca iki durak ilerideydi evi ve nerdeyse dakikada bir geçiyordu onunkiler ama soğuk havaya rağmen benimle kalmayı tercih etti, acelesinin olmadığı günlerde yaptığı gibi. Sonunda otobüs geldi ve bindik. İçerisi kalabalıktı. Kesif kokuyu burunlarımıza çekerek ilerlemeye çalıştık, Feridun erken ineceği için bir an önce orta kapıya yakın bir yerde konuşlanması gerekiyordu çünkü. Bir sonraki durakta rahatladı içerisi ve boşalan ilk koltuğa oturdum. Feridun kapının tam karşısında ayakta durmayı tercih etti. Birkaç dakika içinde ‘yarın görüşürüz,’ anlamında bir el işareti yaparak indi zaten ve ben de cama döndüm yüzümü. Elleri ceplerinde, sokağın içine doğru hızlı adımlarla yürüyüşünü izledim onun. Uzun yolculuğum şimdi başlıyor sayılırdı asıl...

Otobüs bir duruyor, bir hareket ediyordu ve ben camdan dışarıyı izliyordum. Araçlar, ağaçlar, insanlar, diğer... Hepsi de iyice silikleşmeye başlamıştı gözümde ve ben bunun camın kirli oluşundan kaynaklanmadığını biliyordum. Bir süre sonra camdan gördüğüm şeylerin birbirlerinden farkını ayırt edemez oldum ve başımı diğer yana, otobüsün içine doğru çevirdim. Ve işte o anda fark ettim onu!...

Bir koşum gibi görünen askıları sahibinin omzundan hafifçe aşağı kaymış bir halde, onunkiyle benim koltuğum arasında öylece duruyordu... Rengi harikaydı... Birazdan durduğu noktadan ok gibi fırlayıp, hiç durmaksızın sonsuza dek koşacak izlenimi uyandırıyordu ve startı kaçırmamak için gördüğüm manzaraya adeta kilitlenmiş olarak bekliyordum ben de. Tam bu sırada başka bir resmi daha fark ettim. Baktığım noktanın sadece beş-on santim ötesinde duran iki eli. Ne büyük ne küçük, hafif ince ve uzun, biçimli eller... Bir kitabı kavramışlardı ve harikulade bir dinginlik içindeydiler, ilk resme tezat olarak. Öylece izliyordum onları. Geçmişten bir şeyler hatırlar gibiydim ama çıkaramıyordum tam olarak, epey bir geçmişti demek ki. Bu durum ne kadar sürdü farkında değilim. Ve bir ses duydum sonunda; yumuşak bir tınısı olan ama içinde katıksız öfke barındıran bir sesti. 
“Okuduysan sayfayı çevirebilir miyim artık?”
Başımı kaldırdım. Beyaz, uzun bir yüzün çevrelediği bir çift siyah göz. Beresinin altında, küt kesilmiş, kızıla çalan kahverengi saçlarını kulağının arkasına atmıştı ve rahatsız olduğunu belli eder şekilde bakıyordu bana doğru...
            “Kitaba bakmıyordum,” dedim istemsizce ve utanarak biraz da.    
Hiçbir şey söylemedi. Başını hafifçe iki yana sallayarak sayfayı çevirmekle yetindi. Kötü bir durumdu. Açıklık getirmem gerektiğini hissediyordum. Ellerinin güzelliğinden bahsetmek o an için pek iyi bir fikir gibi görünmedi, ilk gördüğüm resmi tercih ettim.
            “Sırt çantan,” dedim, “rengi müthiş. Şimdiye dek bu renkte olanını görmemiştim hiç.”
            “Bildiğin lâcivert,” dedi aynı memnuniyetsiz ifade ve ses tonuyla. "Lâcivert çanta görmedin mi hiç?" Sözlerime anlam verememiş gibi yeniden başını sallayarak kitabına döndü.
            “Değil...”
Gözlerini kaldırıp benimkilere dikti yavaşça.
            “Ya?”
            “Bu bir mavi tonu, adı berlin mavisi. 'Sonsuzluğun rengidir,' denir. Ya da ben öyle biliyorum.” 
Gözlerini kıstı, şaşırmış gibiydi. Zoraki bir gülümseme belirdi yüzünde hemen sonra.
            “Renklerle aran iyi sanki. Bütün renk tonlarını biliyorsun galiba.”
            “Hepsini değil. Belki birkaçını... Ama bunu iyi bilirim.”
            “Bak şu işe. Neden acaba, benim çantamın rengi olduğu için olabilir mi meselâ?” Sinirlenmeye mi başlıyordu ne?
            “Hayır. Perikızı’nın forma rengi bu,” dedim.
            “Peri kızı mı?”
Düşünmenin gerekli olmadığı tüm zamanları düşünerek geçiren ben, böyle anlarda düşünüp de konuşmayı bir türlü beceremiyordum nedense.
            “Daha doğrusu jokeyinin forma rengi,” diye toparlamaya çalıştım.
Hiçbir tepki vermedi. Açıklamak zorundaydım, devam ettim.
            “Perikızı bir kısrak. Üç yaşında, meydından bu yıl çıktı daha...”
Endişeli bir yüz ifadesiyle bana baktı.
            “Kısrak mı? Meydın mı? Bildiğimiz anlamda meydın mı?”
            “Tam değil. Ama öyle sayılır bir bakıma.” Kesinlikle kötü gidiyordum, çıkmaya çalışırken batmak diye buna denirdi.
            “Her neyse," dedi. "Ben iniyorum artık.” Bu kez alaycı bir gülümseme belirdi yüzünde. “Çantaya son bir defa daha bak istersen.”
Cevap vermedim. Dediğini yaptım. Kitabı içine koyup, ayağa kalktı.

            Otobüs hareket ederken yeniden cama çevirdim yüzümü ve geriye baktım. Tamamen gözden kaybolup, küçük mavi bir noktaya dönüşene dek izlemeye devam ettim onu.

10

Genellikle uyku sorunu olan biri değilim, onun ne denli güvenilir bir kurtarıcı olduğunu küçük yaşta öğrendim çünkü. Ne var ki uyumakta zorlandığım gecelerden biriydi. Kafam karmakarışıktı ve temizlemeye çalıştıkça cevap bekleyen yeni sorularla doluyordu içi. Yorgunluk ancak sabaha karşı üstesinden gelebildi hepsinin ve iki kişilik kalabalıktan kurtuldum sonunda, birkaç saatliğine de olsa.



Padok

11

            Ertesi gün erkenden dışarı attım kendimi. Soğuk bir gündü yine ve güneş de akşamdan kalmaydı sanki, varla yok arası. Sahilde bir gevrek yedim. “Haydi! Atışlar, atışlar,” diye bağıran adamın yanına gittim ve birkaç balonunu patlattım. Ve gelen ilk otobüsle kahvenin yolunu tuttum, adeta başka bir şehre gider gibi. İçeri girdiğimde saat onu geçiyordu. Televizyonun başına kurulmuş, birbirleriyle münakaşa ederek ajans izleyen erkenci birkaç emekli dışında kimse yoktu henüz. Tozlu kitaplıktaki günlük bültenlerden birini kaptım ve Sadık Abi’ye çay söyledim. Fehmi boş masaların küllüklerini dağıtıyordu, onu elimle selâmladım ve beklemeye koyuldum her zaman yaptığım gibi.

            Feridun’un gelmesi öğleyi buldu. Üzerinde her zamankinin aksine şık bir palto ve ütülü, kumaş bir pantolon vardı.
            “Hayrola,” dedim, “koşu izlemeye gitmiyor muyuz?” O gün ve ertesi gün İzmir’deydi yarışlar.
            “Yoo, gidiyoruz,” dedi. “Hemen sonrasında işim var sadece.”
            “İşin mi var?”
Güldü.
            “Program yaptım yani.”
            “Ne programı bu?”
    “Kısa program.” Bir kahkaha patlattı bu sefer.
    “Kısa program da ne?”
    “Boş ver, yeni değil. Bildiğin şey zaten.”
    “Neymiş bildiğim şey?”
    “Bizim apartmanın zemin katındaki süpermarket.”
    “Ha, tamam o zaman... Ne oldu ki ona?”
    “Bir şey olduğu yok." Durdu. "Oradaki kasiyer kız. Anlatmıştım sana, ‘bir-iki kez yokladım yüz vermedi,’ diye.”
    "‘On numara olmasa da dokuz alır,’ dediğin kız mı; şu ondokuzluk olan?”
            “Aynen.”
            “Eee?”
            “E’si dün akşam yanaştı birden.”
            “Deme!”
            “Valla. Kendi lâf çarptı hatta.”
            “Bak sen.”
            “Ne demezsin. Ben de bu akşam için hemen bağladım kısa programı.”
            “Peki, nereye gideceksiniz?” Güldüm. “Hava da dışarıda takılmak için epey soğuk aksi gibi?”       
            “Tam ben de onu diyecektim aslında.”
            “Neyi?”
            “Senin evi diyorum, birkaç saatliğine kullansak?”
            “Birkaç saatliğine mi?”
    “Sadık Abi on ikiden önce kapatmıyor nasılsa. Kısa program zaten, söz o saate kadar yetişirim. İki sokak arkada oturuyor, onu bırakıp seni alırım, sonra seni bırakırım. Söz bak.”
            “On iki mi? Bayağı geç sanki.”
            “Ancak hocam. Program kısa ama yol uzun...”
Hızlıca düşündüm. Yaşadığım nakit sıkışıklığı nedeniyle ev sahibiyle olan ilişkilerim hassas bir süreçten geçiyordu ve Feridun'un programı nedeniyle apartmandan gelebilecek olası bir menfi tepkinin durumu daha da zora sokacağı kesindi. Ama öte yandan onun bu soğuk havada geceyi dışarıda geçirmesi olasılığının kısa vadeli menfaatlerim açısından daha büyük bir tehdit oluşturduğu da ortadaydı. Karar vermekte zorlanmadım.
            “Tamam, anahtarı veririm. Yatak odasını kullanmayın ama.”
            “Onu biliyorum, söylemene gerek yok. Salondaki kanepe ideal zaten.”
            “Ona da çarşaf sermeyi unutma.”
            “Tamam, merak etme.”
Elimi montun cebine attım.
            “Şimdiden al istersen. Sonra unutursun filan.”
            “Unutmam ama ver yine de.”
Feridun’un keyfi yerine gelmişti, programı rayına girmişti ne de olsa. Anahtarı uzatırken sordum ona, kendi yegâne programımı da garantiye almam gerekiyordu çünkü.
            “Koşu izliyoruz ama değil mi?”
            “Tabii ki, ne demek!”

            Feridun kuponla uğraşırken, çevreme şöyle bir baktım. Her şey ne kadar da sahiciydi. İçine dâhil olduğum ya da olamadığım her şey, gördüklerim ya da gördüğümü sandıklarım -evet onlar bile- ne kadar da sahiciydiler... Kahvedekiler meselâ, tam da olmaları gereken yerdeydiler hepsi. Müftü’nün namazdan dönmesini bekleyen Terendiz, masadaki diğerleri, Fehmi, en köşede Tan gastesi okuyan sivilceli çocuk, Sadık Abi’nin her gün veresiye çay içen hemşerileri... Hepsi buradaydılar, çünkü başka bir yerde olmaları imkânsızdı... Ya ben? Benim de imkânsız mıydı başka bir yerde olmam? Hiçbir şeyin sahici olmadığı bir yerde olamaz mıydım meselâ? Yerçekiminin yalnız kuşlara etki ettiği, diğer her şeyin havada uçuştuğu bir yer var mıydı? Ya da masmavi bir denizin çevrelediği iskelede oturmuş, oltasına yem takan bir balık var mıydı? Eğer varsa, sepetinin içi neyle doluydu acaba, sahici insanlarla mı? Aman Tanrım, her şey ne kadar karışıktı!... Peki, melekler var mıydı; sahici olanlar değil ama? Onları sormuyorum, kanatlarına kum girdiği için uçamayan ve bu yüzden koşmak zorunda kalan melekleri soruyorum. Ve zamanla da uçarcasına koşar olmuşlar... Onlar var mıydı?... Evet, bu sonuncular vardı galiba. En azından ben öyle sanıyordum. Hatta, bir an önce yanlarına gidebilmek için adeta dakikaları iple çekmem bu yüzdendi belki de. Onlar, benim için kum pistin üzerinde uçuşan melekler gibiydiler, sahici olamayacak kadar gerçek melekler hem de...


12

            Feridun, nerdeyse bitirmiş sayılırdı kuponu, sabah erkenden gelip büyük bölümünü çalışmam kolaylaştırmıştı işini.
            “Gidince yatıralım,” dedi. “Belki bir-iki değişiklik yaparız. Padoktan da birkaç sürpriz tabela yazarız hatta.”
            “Olur,” dedim başımı sallayarak. “Gidelim mi?”
            “Otur dostum, daha iki saat var koşuya,” diye çıkıştı. “Ne işimiz var erkenden?”
Tam bu fikrin neye mal olabileceğini hatırlatmaya hazırlanıyordum ki ona, gerek kalmadı... Uzun boyu ve onu gözüne kestirdiği avının üstüne atılmaya hazırlanan yaşlı bir kaplan gibi gösteren belli belirsiz kamburuyla Kumlabeni, kapıdan içeri girmişti bile. Hemen arkasında sendeleyerek ona ayak uydurmaya çalışan Molla Rahmi vardı ve bastonunu kahvenin zeminine her vuruşunda adeta yankılanarak ulaşıyordu kulağıma yaklaşan tehlikenin sesi.

Yan masadaki desteyi kaptığım gibi Feridun’a uzattım.
            “Çabuk elindekilerle karıştır bunu ve onar kâğıt dağıt ikimize!”
Anlam verememiş bir ifadeyle sordu.
            “Ne var, ne oluyor?”
            “Kumlabeni geliyor, çabuk dağıt! Başka şansımız yok, biraz kafalarını karıştırmamız lâzım.”
            “Nasıl olacak o?”
            “Bırak şimdi nasılı, sen bana uy yeter.”
Feridun aceleyle karıştırıp dağıtmaya başladı kâğıtları. Bu esnada, ağır adımlarla diğer masaların arasından geçerek ilerlemekte olan Kumlabeni’nin sesi duyuldu.
            “Bak Rahmi, bizim çirozlar burda gene.”
Her zamanki gibi, gelip tam tepemizde durdu ikisi de. Feridun’un kıyafeti Kumlabeni’nin gözünden kaçmadı.
            “Feriştah,” -bazen böyle hitap ediyordu ona-, “ne bu len, gran tuvalet gelmişsin bugün?”
            “Akşama düğüne gidicem Haydar Amca,” dedi Feridun, başından savmaya çalışır gibi onu.
            “Düğün mü, kimin düğünü?”
            “Bir arkadaşımın.”
            “Bu mahalleden mi? Babası kim?”
            “Sen tanımazsın.”
            “İyi o zaman." Düğün sahibinin tanıdığı biri olmadığına sevinmiş gibiydi. Keyifle devam etti. "Feriştah; düğün dedin de, bizim oralarda acayip olur düğünler ha! Hele bir de yaza denk geldi mi tam şenlik! Başta aynı böyle senin gibi gran tuvalet giyinilir kuşanılır. Ama sonra... Kanlar kaynayıp, bakışıp, oynayıp eğlendikten sonra var ya... ”
Kumlabeni altyapıyı hazırlamaya başlamıştı bile. Şimdi lâfı buradan döndürüp dolaştırıp, bir şekilde cinsel fantezileriyle bezediği hikâyelerine ve kaçınılmaz olarak da kumsal sahnesine getirecekti kesin. Muhabbetin uzaması durumunda çekeceğimiz vardı... Feridun’a “haydi, önüne bak,” anlamında bir el işareti yaptım. Elimdeki kâğıtlardan birini oynayıp eli başlattım ve yerdeki desteden bir kâğıt çektim. Beni gören Feridun da benimkinin üzerine bir kâğıt oynayıp, aynısını yaptı.
            “Oyun oynuyoruz Haydar Amca,” dedim kafamı masadan kaldırmadan ve ekledim. “Gran tuvaletmiş, düğünmüş, oynamaymış, bırak şimdi bunları. Bi müsade et. Bak ne diyor adam, düğün akşamaymış zaten. Tuvalet işlerini de bilse bilse Rahmi Amca bilir. Ona sor...” Yere bir kâğıt daha attım.
Molla Rahmi kendi kendine söylendi bu sırada.
            “Şu an tuvaletim falan yok benim.”
            “Ne oyunuymuş bu,” diye mırıldandı Kumlabeni sandalyesini yanaştırırken.
            “Sen bilmezsin. Yeni bir oyun bu, biraz karışık,” diye yanıtladım sesimi biraz yükselterek. Kendisiyle konuşulurken bir anda ses yükseltilerek işitme sorunu varmış gibi davranılmasına sinir olurdu Kumlabeni, homurdandı.
            “Dalyarağın yediği naneye bak. Bilmezmişim. Len benim bilmediğim oyun mu var?”
Yere sırayla kâğıt oynamaya devam ediyorduk bu esnada ve belli bir düzeni de yoktu attığımız kâğıtların. Dörtlünün üstüne sekizli, sekizlinin üstüne beşli, maçanın üstüne karo, karonun üstüne sinek şeklinde devam edip gidiyorduk ve epeyce kâğıt birikmişti yerde. Kumlabeni ve Molla Rahmi oturup izlemeye koyuldular. Belli ki, çözmeye çalışıyorlardı kuralları.
            “İki desteyle oynuyorlar. Aynı yanık gibi,” dedi Molla Rahmi, Kumlabeni’ye bakarak.
            “İlgisi yok Rahmi Amca, uğraşma,” dedim gözümü masadan ayırmadan.
            “Elde kaç kâğıt oluyor,” diye sordu Kumlabeni. Ciddi oynamam onu daha da meraklandırmışa benziyordu.
            “On.”
            “Koz ne?”
            “Koz yok.”
            “Sanzatü mü yani?”
            “Yok, değil.”
            “Ne len o zaman, o değil bu değil?”
            “Haydar Amca! Anlamazsın dedik ya! Uğraştırma bizi, bi dur iki dakka!”
            “Tövbe tövbe...” Kumlabeni sinirlenmeye başlıyordu. Bu iyiye işaretti. “Adı ne len, onu söyle bari!”
İşte bu sefer çalışmadığımız yerden gelmişti soru. Feridun’un yüzüne baktım. ‘Ben ne bileyim,’ der gibi kaşlarını kaldırdığını görünce cevabı benim vermem gerektiğini anladım. Bu kerameti kendinden menkûl oyuna derhal bir isim uydurmam gerekiyordu...
            “Ferman,” dedim. “Ferman adı!” Feridun’un ilk üç harfi ile kendi adımın son üç harfinden türetmiştim alelacele ve fena da gelmemişti kulağa sanki.
            “Ferman mı,” diye yineledi Kumlabeni, Molla Rahmi’ye bakarak. “Hiç duymadım.”
Tam o anda yerdeki karo yedilisinin üstüne sinek dörtlüyü atıp bağırmaya başladım.
            “Fermaaan!”
İhtiyarlar şaşkındı, öylece bakakalmışlardı.
            “İşte böyle Haydar Amca,” dedim gülerek. Yerde biriken kâğıtları abartılı bir sevinçle toplayıp önüme kapattım. Feridun, ne yapması gerektiğini anlamak ister gibi yüzüme bakıyordu. Bir kahkaha patlattım.
            “Bakma öyle, aç elini,” dedim ona. “Say şimdi yediğin cezaları!”
            “Hay Allah,” diye çıkıştı, sinirlenmiş gibi görünerek.
            “Çek bakalım kendine on kâğıt daha,” dedim sırıtarak.
Feridun desteden yeni kâğıt çekerken, Kumlabeni alnını kaşımaya başlamıştı bile.
            “Ne oldu len şimdi,” diye sordu dudaklarını büzüştürerek.
            “Kaybetti Haydar Amca,” dedim. “Elindekiler de ceza yazdı haliyle.”
            “Nasıl kaybetti len,” diye kükredi. “Yediliye dörtlü vurdun diye kaybetmiş mi oldu şimdi?”
            “Aynen öyle,” dedim suratına bakıp. “Oyunun kaidesi bu.”
            “Neymiş kaidesi?”
            “Bu işte.”
            “Dörtlü yediliye atlıyor, o mu yani.”
            “Her zaman değil. Bazen de yedili dörtlüye atlar. İkili, papaza çift dalar meselâ ikili olduğu için. Ama onlu da asa fena kayar. Üçlünün kıza ne yaptığına hiç girmeyeyim istersen. Vale dokunmaz ama kıza, bu oyunda kız valeyi götürür tam tersi. Sinek valesi hariç tabii. Onu götüremez kız, uçar kurtulur o. Kurallar bunun gibi işte, biraz karışık anlayacağın.”
Feridun gülmemek için kendisini tutmaya çalışırken, Kumlabeni çığırından çıkmışçasına bağırdı.
            “Hadi ordan teresler, böyle oyun mu olurmuş?”
            “Valla oluyor,” dedim gülümseyerek. “Ama biraz ağır gelir size. O yüzden bulaşmayın hiç.”
İhtiyarların kafası iyice karışmıştı. Adeta medet umar gibi birbirlerine bakıyorlardı. Tam bu sırada Feridun’un elindeki karo dokuzunu asın üstüne yapıştırmasıyla bağırması bir oldu.
            “Fermaaan! Yaz bakalım cezaları kendine.”
            “Haydar Amca! Bak konuşturdun beni, kaybettim,” dedim, dönüp Kumlabeni’ye.
            “Delirdiniz mi len siz,” diye bağırdı ihtiyar. “Hem hani onlu kayıyordu asa, öyle dediydin. Dokuzluyla ferman yaptı bu hergele?”
‘Ferman yapmak’ mı? Bu beni bile güldürebilirdi aslında.
            “Bu durum farklı,” dedim yaşlı adama dönerek. Hafifçe gülümsedim sonra. “Ama sen de haklısın. Daha tam anlatmadık sana.”
Durdum. Kumlabeni, gözlerini kısmış, büyük bir dikkatle yapacağım açıklamayı bekliyordu.
            “Karo dokuzu var ya,” dedim, “enteresandır, kupa asına çok fena atlar Haydar Amca.”
Kumlabeni Haydar zıvanadan çıkmak üzereydi artık. Kendisini dizginleyip, son bir gayretle Molla Rahmi’ye döndü.
            “Rahmi! Sen anladın mı yahu? Hangisi hangisine atlıyor bunların?”
Molla Rahmi, cevap dahi veremedi, iki eliyle bastonuna dayanmış öylece masaya bakıyordu. Doğrusu ya, hangi kâğıdın hangisine atladığını biz bile bilmiyorduk. Bildiğimiz, bugün Kumlabeni’yle Molla Rahmi’nin bize atlayamadığıydı yalnızca...

            On dakika daha dayandılar, akabinde Terendiz’in okey masasına yancı olarak çöreklenmekte buldular çareyi. Kalan tek tük sağlıklı beyin hücreleri de felç geçiriyor olmalıydı. Feridun, masanın üzerine kapanmış halde, sessiz ve adeta katılarak gülüyordu içinden.
            “Tüyelim,” dedim omzuna vurarak. “İyi yırttık, bizi bir süre idare eder bu.”


13
           
            Hipodromda işler iyi gitmedi ama. Kupon üçüncü ayakta yattı ve keyfimiz de kaçtı birdenbire. Dördüncüye tabela yazdık ama tutmadı o da. Anlaşılan, bugün bizim günümüz değildi, tıpkı diğerleri gibi. Feridun kalan yarışları izlemek istemedi. Kızın iş çıkışına yetişme bahanesiyle “gidelim,” diye tutturdu.
            “Sen git,” dedim ona. “Benim bir yere yetişmem gerekmiyor.”
Ikına sıkına biraz daha oturdu. Beşinci ayak başlamak üzereyken ayaklandı sonunda.
            “Bana müsaade,” dedi. “Pederden arabayı almam lâzım daha. On ikide gelirim kahveye. Tamam mı?”
Cevap vermedim, ‘tamam,’anlamında başımı salladım. Kendi koşusu için koşar adım uzaklaşmasını izledim ve tekrar benimkine çevirdim gözlerimi.

            Son ayakta ikili oynamaya niyetlendim ama Karamela’nın yanına yazacağım ata karar veremedim bir türlü. Son anda, bahis kapanmak üzereyken tekli yatırdım. Koşunun plase ismiydi aslında ama zindeydi ve bir boy farkla kazandı. Ganyanı iki buçuk lira verdi. Paramı alıp, çıkışa doğru ilerledim. Bir yarış günü daha sona ermişti. Hipodromdan ayrılan yüzlere baktım. Atlardan da yorgundular...


14

            Köfte yaptırıp kahveye geri dönmekti niyetim ama bir şey geldi aklıma ve vazgeçtim. Aslında sabahtan beri düşünmemek için çaba sarf ettiğim şeydi, evde yalnız kaldığım anlara saklıyordum onu sanki. Ama ne çare, erken bastırmıştı bu kez yalnızlık ve ‘O’ da takılıp kalmıştı aklıma, engel olamamıştım kendime.
‘Acaba,’ dedim içimden, ‘yine biner mi aynı otobüse?’
‘Yok canım, mümkün değil,’ diye cevap verdim sonra.
‘Neden öyle diyorsun; dün bu saatlerde binmişti, belli mi olur,’ diye sordum ısrar eder gibi.
‘Bak. Zırvalamaya başladın artık. Kız yolda iniyor. Ne diye saatte bir geçen Karşıyaka otobüsünü beklesin ki?’
Umut gücünü çaresizlikten alan bir duyguydu galiba, tıpkı aşk gibi.
            ‘Ben bir deneyeceğim. Denemek zorundayım.’
    ‘Sen bilirsin. Ama umduğun gibi olmazsa, başının çaresine bakman gerek. Onu bir daha düşünmeyeceksin, ona göre.”
    ‘Anlaştık. Bir şey umduğum yok zaten.’
    ‘Külâhıma anlat.’
Durağa yürüdüm.

15

            On beş dakika kadar bekledim ve karşıdan göründü. Dünkü otobüstü, şoför bile aynıydı. Bindim. Tanımlayamadığım bir heyecan vardı içimde. Az sonra Feridun’un sokağının girişinden geçecektik. Otobüs az ilerisinde duracaktı. O sırada ben boş bir yer bulup oturacaktım. Sonra birkaç durak daha gidecektik ve daha sonra kapı açıldığında...

            ‘Hayat, herkese şanslar sunar,’ derler. ‘Kimisi iyi kullanır bunları, kimisi kullanamaz. Bu yüzden, şans karşına çıktığında ona hazır olman gerekir.’ Bütün bunlar doğrudur muhtemelen. Ancak konu biraz daha deşilirse, gözden kaçan bir şeyler olduğu anlaşılabilir kolayca. Durun; biraz karıştı sanki, açıklamaya çalışayım. Şöyle: karşına çıkan ama senin değerlendiremediğin her şans, bir sonraki için daha çok bilenmene neden olur. Gelip gelmeyeceğine emin olamasan da bir sonrakini kollarsın hep. Ve sonunda bir gün camını bir şey tıklatır. “Tamam,” dersin. “Geldi. Bu kez ıskalamamalıyım.” Ve neyin var, neyin yoksa koyarsın ortaya. Bütün kartlarını açarsın onu da kaçırmamak için. Oysa bu kez şans değildir gelen, hatta hiç şansın yoktur bu kez aslında. Gelen, bir öncekini boşa harcamandan ötürü kesilen ceza makbuzudur bir bakıma ve sonunda yalnızca onu ödersin, farkına geç varsan da...

            İşte bunları düşünüyordum aşağı yukarı ve otobüsün her duruşunda ön kapıdan binen kalabalığa bakıyordum ‘orada mı,’ diye. Derken, -altıncı ya da yedinci duraktı, tam hatırlamıyorum- belirdi karşımda. Yüzünü hiç görmeden, daha kutuya biletini atarken anladım o olduğunu. Bu kez siyah bir çanta vardı omzunda ama rengârenk atkısını hatırladım kolayca. İyice ilerleyip tam önümde durana dek fark etmedi beni. Soluk ve tedirgin bir hâli vardı, gözlerini karşıya, cama dikmiş öylece duruyordu. Yüzüne bakmaya devam ettim, biçimli dudaklarına, boynundaki küçük lekeye. Neden sonra anladı baktığımı ve hafifçe aşağı indirdi başını. Beni görmesiyle yüzünde bir gülümsemenin belirmesi bir oldu.
            “Hey, burdasın! Bugün şanslı günümde miyim ne?”
Beklemediğim bir tepkiydi bu, gülümsedim ben de. Aynı neşeli ifadeyle sordu.
            “Nereye? Eve mi?”
‘Öyle,’ der gibi başımı salladım.
            “Sen?”
Güldü.
            “Ben de!”
Dünün, hatta birkaç dakika öncesinin tersine, müthiş bir enerji oluşmuştu yüzünde ve buna benimle karşılaşmasının neden olduğuna inanmak üzereydim ben de. Bu sırada yanımda oturan, kravatını yakasının iki yanından sarkıtmış liseli genç yer verir gibi ayağa kalktı, inecekti muhtemelen. Ona bakıp teşekkür eder gibi gülümsedi ve yanıma oturdu. Gözlerini gözlerime dikti.
            “Peki, sen de şanslı gününde misin bakalım?”
Bakışlarımı kaçırmadan cevap verdim.
            “Hem de çok.”
            “Ne diyorsun, değerlendirebilecek misin bu şansı?”
            “Denerim en azından.”
            “Ama birazdan ineceğim ben.”
            “Belki ben de inerim.”
            “‘İddialıyım, karşıma çıkan şansı boşa harcamam,’ mı diyorsun yani?”
Bu soru beni biraz geçmişe götürdü. Çok değil, beş-on dakika önceye, onun otobüse binmesinden hemen önce düşünmekte olduğum konuya geri döndüm doğal olarak. Ama sonra biraz daha geriye gittim. Hayatın bana sunduğu ve kullanamadığım şansları hatırlamaya çalıştım. Şans olarak tanımlanması güç birkaç tesadüf ve devamında alınan yenilgiler. Bunlar dışında pek fazla şey gelmedi aklıma. Ama hatırlamaya çalıştım yine de, çünkü epey vaktim oldu bunun için... Çünkü, ‘O’ binmedi otobüse bir türlü ve liseli genç de oturmaya devam etti yerinde...

Ne yapmıştı acaba? Nereye gitmişti, başka bir yere mi? Beklediği otobüs gelmiş ve gitmiş miydi? Yoksa otobüs değildi beklediği ve bir türlü gelmediği için mi gitmişti?...


16

            Sonunda ipi çektim ve indim. Etrafa bakındım. Dış mahallelerden birindeydim. Garip; daha önce, eve gider gelirken hiç dikkat etmemiştim buralara. Yolun karşısında ufak bir tepe vardı meselâ. Onun yanından yukarı doğru çıkan bir yokuş, yokuşun başlangıcında beton gövdeli, titrek ışıklı, üzerinde kırmızı boya ile bir çilingirin telefonu yazılı olan sokak lâmbası (ben bu direklerin hepsi birbirine benzer sanırdım oysa), mahallenin iç kısımlarına gitmek için dolmuş bekleyen ince hırkalı yaşlı kadın, kirli yün beresi ve dudaklarının üstüne düşmüş bıyıklarıyla sigara tellendiren adam (ellerinde boya lekeleri var, bir boyacı olsa gerek), eski ve paslı çöp varilleri, kediler... Dur bir dakika, şu koca kafalı, sarman olan, öndeki minnoşun peşinde dolanıyor gibi sanki!
‘Hey, onun gözü varilde dostum! Hiç olmazsa akşam yemeği için izin versen ha? Şu bir-iki ay boyunca yeni şansların olacak nasılsa!...’
İşe yaramadı. İnanmadı bana, önüne çıkan şansı değerlendirmeyi yeğledi o da.

            Akşamın ilk saatleri için iyice soğumuştu hava, gece ayaza dönecek gibiydi. Montun yakasını yukarı kaldırdım. Kahveden takriben beş kilometre kadar uzakta olmalıydım. Olsun, daha çok vaktim vardı nasılsa, yürüyerek dönebilirdim geriye. 


17

            Benim tünellerle aram kötüdür. Yanlış anlaşılmasın, karanlıkta veya kapalı yerde kalma gibi korkularım yok. Ama tünel söz konusu olunca iş değişiyor. Bir yöne doğru gitmek zorundasın. Öne ya da arkaya. Yana gidemiyorsun. Ve bu beni mahvediyor. Öne gitmeye gücümün yetmediği, arkaya dönmeyi ise kendime yediremediğim zamanlar oluyor sıklıkla. İşte böyle zamanlarda yana gidebilmeliyim. Yana gidemeyeceğimi bilmek, bunu baştan kabul etmek, beni tüketiyor. Buna hazır değilim ve galiba hiç olamayacağım. Sanırım korkağın biriyim.

            Ne var ki, bir tünelin içindeydim... Demir parmaklıklı bir refüjle ayrılmış, içinden her iki yöne doğru araçların geçtiği bir tüneldi bu ve ben yol ile tünelin duvarı arasındaki o dar kaldırımda yürüyordum; yandaki duvara yaslanarak yürümeye çalışıyordum yani. Ve sanırım bir amacım vardı, bir amacım olmalıydı daha doğrusu. Bir yere gitmeye çalışıyordum sanki. Neresi olduğu belirsizdi ama oraya gitmek zorundaydım, hissediyordum. Tamam, artık eminim, amacım buydu: gitmek. Varmak değil ama. Gitmek. Gitmek iyidir, varmak kötü. Ve bu tünel? Varmama neden olacak gibiydi. Tüneli geçersem oraya varacaktım, bunu biliyordum. Başıma gelebilecek en büyük felaketle karşı karşıyaydım!... Hem yana gidemediğim için bir an önce çıkmak istiyordum o tünelden, hem de gideceğim yere varmamak için asla çıkmamak. Ne yapacaktım?... Yardıma ihtiyacım vardı...

            “Şşşt, uyan, uyan!”
Gözlerimi açtım. Feridun kolumu dürtüyordu.
            “Uyan artık. Gidelim, geç oldu.”
Başımı masadan kaldırdım. Tepemdeki flüoresanın beyaz ışığı gözümü kararttı birden ve yeniden masaya kapandım.
“Sen misin? Geldin mi?”
“Çoktan. Nerdeyse bir saattir uyanmanı bekliyorum.”
“Saat kaç?”
“On ikiyi çeyrek geçiyor. Sadık Abi toparlanmaya başladı, Terendiz’in oyunu birazdan biter.”
Yavaşça doğruldum. İçeriye göz gezdirdim. Dediği gibi, yalnız onun masası kalmıştı. Müftü elindeki paketi ağzına yaklaştırıp hafifçe salladı ve dudağıyla bir sigara çekti içinden. Sonra sessiz sedasız Terendiz’e uzattı. Tecrübelerime göre onun bu hareketinin üç farklı anlamı olabilirdi. Bir: Terendiz’in sigarası bitmişti. İki: Müftü bugün kazanıyordu ve masanın öğleden beri biriken hesabının büyük kısmı Terendiz’e yazacaktı. Üç: her ikisi de.
            “ Başımda beklediğine göre erken gelmişsin sanki. Nasıl gitti,” diye sordum Feridun’a uyku sersemi bir halde.
            “Şöyle böyle.”
            “Şöyle böyle mi, nasıl yani?”
            “Kalkmadı yani.”
Doğrudan sonucu söylemeyi tercih etmişti, hazırlıksız yakalamıştı beni.
            “Niye kalkmadı,” diye sormuş bulundum gayriihtiyarî.
Şaşırmış gibi yüzüme baktı. Böyle bir soru yerine “boş ver, aldırma,” dememi bekliyordu herhalde ama daha tam anlamıyla kendime gelememiştim; cevap vermek zorunda kaldı.
            “Kız çok zeki çıktı dostum. Sürekli espri yaptı. Bana uymadı. O kadar espriye o iş olmadı. Anlarsın işte.”
Pek anlamamıştım, galiba anlayamayacaktım da.
            “Eee, sonra?”
            “Sonra bıraktım evine. Ve buraya geldim.”
            “Ne yapacaksın?”
            “Bilmiyorum. Marketten bir şey almam herhalde bundan sonra.”
            “Bu mantıklı.”
            “Gitsek mi artık? Kendine geldinse tabii.”
            “Olur.”

            Yirmi dakika sonra Karşıyaka’da iskelenin önünden geçiyorduk. Feridun esnedi, yorgun görünüyordu.
            “Burada bırak beni,” dedim. “Biraz yürürüm hem.”
            “Olur, işime gelir,” dedi.
            “Yorgun gibisin. İstersen bende kal, bu şekilde yolda bir şey olmasın. Yarın erkenden gideriz. Evden telefon ederiz sizinkilere.”
            “Valla o da işime gelir,” dedi esneyerek.
Arabayı dar sokakta bulabildiğimiz tek yere park ettik. Köşedeki büfeden iki bira aldık. Eve girdik. Salonda, televizyonun karşısında içmeye başladık. Feridun’un gözleri kapanmak üzereydi. İki saatlik aranın ardından aynı kanepenin üstündeydi ve bu kez uyanık kalması gerekmiyordu neyse ki.
            “Zorlama kendini, yat sen,” dedim ona. “Battaniye getireyim sana.”
            “Uyar,” diye mırıldandı.
            “Çarşafı ne yaptın? Başka temiz yok.”
            “Boş ver çarşafı. Artık gerek kalmadı nasılsa.”



Yarış

18

            Apranti Kıraathanesi’nde neşeli bir Pazar günü başlıyordu. Güneş, kahvenin ön camından ilk masalara vuruyor ve metal kül tablalarının tavanda belli belirsiz yansımalar oluşturmasına neden oluyordu. Feridun ve ben arabayı erkenden eve bırakıp arka taraftaki masamızda almıştık soluğu her zamanki gibi. Çaylar da tostların arasındaki kaşarlar gibi dubleydi ve her ne kadar işler yolunda gitmiyorsa da bu sabah için keyifler de öyleydi galiba. Müdavimler erkenciydi bugün, bizim ihtiyarlar hariç. Son durumları göz önüne alındığında onlardan bir daha haber alınamaması olasılığı bile vardı aslında. Hah! Terendiz’in unuttuğu tespihi, oyun sonucuna dair bir gece önceki tahminimin doğruluğunu kanıtlarcasına bekliyordu onu masada. Ne var ki bu isabet, sonucu halihazırda belirsiz diğer tahminlerime güvenmemi sağlayamıyordu yine de.

Sabah bültenleri henüz gelmemişti, beklerken bir parti tavla atmaya karar verdik. Feridun, taşları dizerken sordu.
            “Perikızı’nın günü bugün. İster misin patlama yapsın?”
Bu sözü dün söylese iinanabilirdim belki ama bugün öyle hissetmiyordum açıkçası.
            “Sanmıyorum,” demekle yetindim.
            “Olumsuz olmuyoruz abi,” diye çıkıştı. “Bak bir şey öğrendiysem dün kızdan, o da budur.”
Güldüm ve iyice sallayıp ilk zarı attım. İki-bir.


19

            Öğleye doğru ortalık iyice şenlenmişti. Diğerleri açısından güzel bir gün olacağa benziyordu. Terendiz bile farklıydı bugün. İlk kolasının ardından birkaç kez uzun uzadıya geğirmesinin dışında kayda değer bir kusuru olmamıştı ve sevecen davranıyordu üstelik herkese. Kahvede bütün masalar doluydu ve birbirinden bayat esprilere atılan kahkahalar burayı neden bu kadar sevdiğimi yeniden hatırlamamı sağlıyordu. Kupona gelince, büyük ölçüde hazırdı, bir-iki koşuda bahis rakamını düşürecek küçük ayarlamalar kalmıştı sadece. Ya da diğer olasılık: Perikızı’nı tek geçmek! Ve biz tamamen kararsızdık bu konuda.
            “Canım sulu yemek çekti,” dedi Feridun. “Dönünce tekrar bakarız. Kafamız çalışsın önce. Miniğe gidelim mi?”
Caddenin karşısındaki tabldotçuyu kastediyordu. Minik Mustafa yüz elli kiloya yakındı muhtemelen ve lezzetliydi yemekleri, aşırı yağlı olsa da.
            “Olur,” dedim. “Sadık Abi’ye tembih et yalnız, vermesin masayı.”
Kalktık.

20

            Dönüşte ayrıntılı bir değerlendirme yaptık. Perikızı, ilk ayakta koşuyordu. Bu koşuyu kalabalık tutarsak, diğerleri için elimiz zayıflıyordu ve hayli riskli yarışlar vardı devamında. Perikızı’nı tek geçmekse epey rahatlatıyordu kuponu ama ilk ayakta yatma riski vardı bu sefer de. Her ne kadar umutlu görünmeye çalışsa da son tahlilde Perikızı'nın yanına at yazma taraflısı gibi geldi Feridun. Ben de tedirgindim doğrusu ama fikir beyan etmek de istemiyordum. Sonuçta bir karar vermek gerekiyordu. Hiç konuşmadan birbirimize bakıyorduk. Sonunda Feridun’a düştü o kararı vermek.
            “Tek geçelim,” dedi. “Neyi tek geçmiyoruz ki?”

            Kuponu yazıp Sadık Abi’ye verdik. Üç buçuğu beklemeye başladık. Daha iki saat vardı. Birer oralet içtik, uzun uzadıya gazetelerin spor sayfalarını okuduk. Bütün bu zaman zarfında muhtemelen aynı şey vardı ikimizin de aklında: Perikızı ne yapacaktı?... Bu sefer starttan çıkabilecek miydi? Kaç boy geriden çıksa da kazanma ihtimali sürebilirdi, vesaire, vesaire... Kafamızda bütün bu soruları ve olası yanıtlarını evirip çevirirken, hiç beklemediğimiz bir şey oldu! Sessiz sedasız Kumlabeni göründü uzaktan. Molla Rahmi yoktu yanında bu kez ve bembeyazdı suratı da. İçeri girişi her zamanki gibi âfili değildi ve nedenini de tahmin edebiliyordum elbette ama durumu değiştirmiyordu bu, giderek yaklaşıyordu sonuçta.
            “Dağıt kâğıtları,” dedim Feridun’a. “Bizimki geliyor yine.”
Hemen anladı kimi ve neyi kastettiğimi. Hiç bozuntuya vermeden süratle kaptı desteleri ve dağıtmaya başladı. Kumlabeni, ağır adımlarla gelip oturdu sessizce. Bugün bir değişiklik olduğu kesindi onda.
            “Gene ferman ha,” dedi kendi kendine mırıldanır gibi.
            “Nasılsın Haydar Amca,” diye sordu Feridun, kafasını kaldırmaksızın masadan.
            “İyi, ne olsun,” diye cevap verdi Kumlabeni. Ceketinin iç cebinden tabakasını çıkardı ve bir sigara sarmaya başladı.
            “İyisin, iyisin,” diye onayladı Feridun ve hafifçe sırtını sıvazladı onun.
            “Bu yaştan sonra iyiliğim ne, kötülüğüm ne olur benim,” dedi Kumlabeni bezgin bir sesle. O ‘kötülüğüm’ kelimesini -sanki iki anlamda da kullanırcasına- öyle dokunaklı bir tonda söyledi ki içim cız etti birdenbire. Feridun, anlamazlıktan geldi ama.
            “Ne var yaşında ya? Şimdi alıp götürsen hatunun birini, yine fırtına gibi esersin sen o kumsalda,” diye cevap verdi gülerek.
Kumlabeni Haydar’ın morali biraz yerine gelir gibi oldu. Gülümsedi.


21

            Apranti’de zaman durmuştu artık. Dakikalar geçmek bilmiyordu ve biz sık aralıklarla duvardaki saate bakarak ferman oynuyorduk Feridun’la. Kumlabeni, sessizce izlemeye devam ediyordu; durgunlaşmıştı iyice. Onun bu hâli, abartılı sevinç gösterilerimizin, yerini tek kelimelik bildirimlere bırakmasına yol açmıştı. Masada yeterince yığın oluştuğunu gören, elindeki herhangi bir kâğıdı oynayıp “Ferman,” diyordu usulca ve ceza yazdırıyordu karşı tarafa. Tuhaftı doğrusu, Kumlabeni bu kez ne soru soruyor, ne de itiraz ediyordu ‘ferman’lara. Öylece izliyor ve her birinin ardından manidar bakışlarla süzüyordu ceza yazdıranı sadece. Ne yalan söyleyeyim, bir ara onu kaybetmekte olduğumuzu düşündüm. ‘Önceki hâli daha mı iyiydi acaba,’ diye bile sordum kendi kendime. Feridun’un durumdan hayli memnun olduğunu görünce anında vazgeçtim ama.

            Sonunda vakit geldi.  Sadece birkaç dakika kalmıştı. Sadık Abi’den radyonun sesini açmasını istedik. Oyunu yavaşlattık. Artık yalnızca gelişigüzel kâğıt atıyorduk yere ve bir tane de çekiyorduk desteden. Ve beklediğimiz anons duyuldu...
            “Perikızı’nın da startingbakstaki yerini almasıyla birlikte atlar start hakeminin emrine girdi sevgili dinleyiciler...”
Durduk. En önemli andı... Birazdan ya ok gibi fırlayacaktı starttan, ya da adeta sonsuza dek çıkmamacasına kalacaktı içinde. Öylece bekliyorduk...

            Ve o anda gördüm onu! Yarıya kadar inik, tozlu, metal jaluzilerin arasından ok gibi geçtiğini gördüm mavi sırt çantasının.
            “Start verildi ve koşu başladı!...”
Kâğıtları masaya attığım gibi fırladım yerimden. Feridun ve Kumlabeni’nin şaşkın bakışları arasında koşar adım kapıya yöneldim. Kaldırımda kısa bir süre durup baktım gittiği yöne doğru. Oydu... Bu kez emindim, emin olmak istiyordum ya da. Ve fazla seçeneğim yoktu emin olmak için. Arkasından koşmaya başladım. Ürkütmemek için dikkatli gidiyordum. Yaklaştıkça adımlarımı yavaşlattım. İnce, koyu bej renkte bir kazak vardı üstünde bugün. Duyabileceği bir mesafeye geldiğim anda seslendim...
            “Bildiğimiz anlamda meydın değil! O terim, atların ilk koşuları için kullanılıyor sadece!”
Adımlarının hızı kesilir gibi oldu. Sonra birdenbire durdu. Geri döndü. Yüzünde şaşırmış bir ifade vardı.
            “Hatırladın mı,” dedim. “Otobüste konuşmuştuk hani?”
Tereddütlü bakışlarla birkaç saniye süzdü beni. Sonra yumuşar gibi oldu yüz hatları. Galiba hatırlamıştı.
“Bay renk uzmanı,” dedi. “Anlamının o olmadığını o gün tahmin etmiştim zaten de... Nerden çıktı şimdi bu?”
“Sadece,” dedim, “önümde yürüyenin sen olduğuna emin olmak istedim.”
“Ben olduğuma mı?”
“Bu kez karıştırmadığıma yani.” Elimle çantasını işaret ettim. “Gerçi nerdeyse eminim ama...”
Gülümsedi.
“Demek sık-sık karıştırıyorsun. Hep mi?”
“Yok. Ara sıra...”
“Neyi karıştırıyorsun? Ya da ‘kimle karıştırıyorsun,’ diye sorsam?”
“Sandığın gibi değil. Biriyle karıştırma değil yani.”
“Tamam. Öyle olsun. Bu sefer karıştırmadın ama neyse ki.”
Cevap vermedim, gülümsedim yalnızca.
        “Pekâlâ. Eğer anlatacağın başka bir renk yoksa bugün, ben gitmek zorundayım şimdi.”
        “Anlatabilirim,” dedim. “Elimden geleni yaparım en azından. Eğer kalacaksan.”
Güldü bu kez.
“Hangi rengi anlatacaksın peki?”
“Bilmiyorum. Sen seç.”
Biraz düşünür gibi yaptı.
        “Peki, tamam. O zaman siyah olsun. Siyahı anlat. Dur ama, sen ayrıntılı tanım istersin şimdi. Ne siyahı diyelim ona?”
        “Bir şey siyahı demen gerekmez, siyahın tonu yok,” dedim ve ekledim. “Zaten siyah kolay benim için." Bir an duraksadım. "‘Gözlerinin rengi,’ demem yeterli.”
Yeniden güldü, güzeldi gülüşü.
        “Hay Allah,” dedi hafif mahcup bir ifadeyle. “Peki emin misin bundan, sakın bunu da karıştırıyor olmayasın?”
        “Sanmıyorum,” dedim. “Ama şimdi güneş var. Belki daha açık bir renk oluyordur ışıkta, koyu bir kahverengiye dönüyordur belki. Yakından bakmam gerek.”
Şaşkınlıkla karışık bir heyecan belirir gibi oldu yüzünde. Cevap vermesini beklemeden birkaç adım attım ve tam karşısında durdum. Aramızda bir tek mavi sırt çantası kalmıştı artık. Bütünüyle birbirimizin etki alanına girmiştik ya da ben girmiştim yalnızca, tam bilemiyorum. Gözlerinin içine baktım.
        “Hayır,” dedim. “Açılmıyormuş. Artık eminim, siyah gözlerinin rengi.”
Bir adım geri çekildi. Yüzü değişir gibi oldu. Gülümsemesi birden yerini mutsuz bir ifadeye terk etti.
        “Gözlerim siyah mı olsun isterdin,” dedi. “Belki öyledir de. Ama belki de karıştırıyorsundur yine.”
         “Ne demek bu?”
Durdu.
“Şu demek: belki de... Siyah sırt çantamın rengidir ve mavi de gözlerimin.” Umutsuz bir yüz ifadesiyle gözlerime bakıyordu.
        “Mümkün değil,” dedim. “Sırt çantan mavi. Dünkü siyahtı sadece.” Her şey yine birbirine giriyordu sanki.
        “Dün mü? Dün karşılaştık mı ki?”
        “Dün derken... Diğer günleri kastettim. Öylesine dedim.”
Güldü. Acı bir gülümsemeydi bu seferki.          
“Anlıyorum,” dedi. “Beni dün de gördüğünü sanıyorsun, değil mi?”
“Hayır, sanmıyorum,” dedim tekleyerek.
“Ama sanmış mıydın?”
“Sadece kısa bir süreliğine oldu... Aslında ben...”
“Aslında sen?...”
“Aslında ben ‘bu bir şans olabilir mi,’ diye düşündüm yalnızca.”
“Şans mı?”
“Bilirsin.”
“Neyi bilirim?”
“Bilirsin işte.”
“Belki bilmem."
Durdum. Başımı cadde yönüne çevirdim. İçimi tuhaf bir sıkıntı kaplamaya başlamıştı. Yeniden ona döndüm, öylece bekliyordu.   
“Bilirsin, hayatın boyunca birini ararsın. Onun kim olduğunu ya da karşına çıkıp çıkmayacağını bilemezsin, çok düşük bir olasılıktır çünkü. Ama ararsın...”
Gözlerini gözlerime dikmiş dinliyordu. Güçlükle devam ettim.
        “Arada birileri gelir ve gider. Öyle ki... Bazen olmayan biri yüzünden, olan birilerine bedel ödettiğin olur. Ve sonra bedel ödettiklerin yüzünden bedel ödediğin..." Duraksadım. "Bunun gibi şeyler işte...”
        “Sen çok mu bedel ödedin? Ya da çok mu ödettin?”
        “Bilmiyorum. Yeterince herhalde, bana yetti daha doğrusu.” Zorla gülümsemeye çalıştım. “Zaten bu yüzden tüm ödemeleri askıya aldım artık. Tasfiye sürecindeyim.”
Durdu. Önüne baktı.
        “Anlıyorum. Sanırım ben o ‘çok düşük olasılıktım’ önceki gün otobüste. Öyle mi?”
        “Öyle sandım. Ama yanıldım galiba." Durdum. "Olabilir miydin peki?”
Cevap vermedi. Düşünceli bir hâli vardı. Bel hizasında iki eliyle kavrayarak tuttuğu çantaya kaydı gözleri yeniden. Sonra yeniden yükselip benimkilerle buluştu.
        “Olabilirdim,” dedi. “Eğer şu anda burada olsaydım...” Hafifçe alt dudağını ısırdığını fark ettim onun. “Ya da bu çantanın rengi mavi olsaydı, öyle demeliyim sanırım.”
Az önce üzerime çöken tuhaf iç sıkıntısının adını hatırladım bu sırada. Korkuydu adı. Korkarak sordum.
        “Peki, burada değilsen? O zaman ne olacak?”
        “Burada değilsem,” dedi, “sana bir cevap vermiş de sayılmam değil mi? Dahası...” Durdu. “Dahası, belki de biz hiç karşılaşmadık ve sen hâlâ arıyorsun, değil mi?”
Cevap vermedim. Başımı öne eğdim ve bekledim yalnızca.
“Sanırım işin zor,” dedi. “Her şey şu mavi formalı atının başarısına bağlı sanki. Yoksa jokey miydi forması mavi olan?”
Gülümsedim. Sırt çantasına baktım. Mavi değildi artık, bir rengi bile yoktu hatta. Ardından son bir kez, gözlerine diktim gözlerimi. Onlar hâlâ siyahtılar ama, hem de hiç olmadıkları kadar...
        “Hoşçakal mavi gözlü kız,” dedim ona. Geriye doğru birkaç adım attım ve arkama dönüp uzaklaştım sonra...


22

            “Sevgili dinleyiciler, bugün 21 Şubat 1993, Pazar. İzmir’de güneşli, güzel bir yarış gününün ilk saatlerini yaşıyoruz. Sıcaklık yirmi derece, kum pist kuru. Yarış severler Şirinyer hipodromunu büyük ölçüde doldurmuş durumda. Bazıları aileleriyle birlikte gelip bir yandan yarışları izlerken, diğer yandan da adeta bir Pazar pikniği yapmanın keyfini yaşıyorlar. Az önce günün ikinci koşusu, altılı ganyanın ilk ayağı koşuldu ve sırada beş yarış daha var. Ben, izninizle kalan yarışları bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Günün üçüncü koşusu, altılı ganyanın ikinci ayağı C grubu üç yaşlı Arapların mücadelesine sahne olacak. Mesafe, bin altı yüz metre. ...”

            Yavaş adımlarla kapıdan içeri girdim. Bir süre durup bekledim, gözlerimi içerideki kalabalığın üzerinde gezdirdim. Fehmi sekerek yanıma geldi.
            “Ne oldu abi, koştun gittin birdenbire,” dedi telaşlı bir sesle. “Bir yaramazlık yok ya? Terlemişsin, bi kaka kola iç bence.”
Cevap vermedim. Masama doğru yürüdüm. Terendiz, kaşlarını kaldırarak şöyle bir baktı yanından geçerken ve başıyla selâm verdi usulca. İlerledim. Yaklaştıkça, masadaki yerimin tanıdık biri tarafından kapıldığını fark ettim. Kumlabeni’ydi sandalyeme çöreklenen; Feridun’la karşılıklı oturmuş, yüzlerinde ciddi mi ciddi ifadelerle desteden kâğıt çekip atmakla meşguldüler yere.
            “Bir şey yok oğlum bu oyunda,” dedi beni görünce. “Bir de “öğrenemezsin,” dedin, kâğıt takip edeceksin hepsi o.”
Sessizce onayladım.
            “Kafayı çalıştıracaksın yani. Ama tabii sizde nerde o kafa?”
Maça dörtlüyü oynadığı gibi toplamaya başladı yerdekileri.
“Al, bitti mesela. Yaz bakalım kendine cezayı daltaban!”
Eğilip yavaşça omzuna dokunarak kulağına fısıldadım.
        “Yerimden kalksan iyi olur Haydar Amca.”
İstemeyerek de olsa bıraktı elindeki kâğıtları. Sandalyeyi geriye itip ayağa kalktı ve yandakine geçti usulca. Yerime otururken Feridun’la göz göze geldim.
            “Perikızı startta kaldı yine,” dedi. “Çıkmadı.”
Gülümsedim.
            “Biliyorum.”
Kumlabeni, sigarasını sararken kendi kendine söylenmeye koyuldu.
            “Eskileri böyle horlamamak lâzım. Tam tersi, hürmet etmek lâzım onlara. Bazen danışmak lâzım, fikirlerini sormak lâzım, dediklerini de tutmak lâzım hatta." Otomatiğe bağlamış gibi mırıldanıyordu. Bir anlığına durup diliyle kâğıdın kenarını ıslattı ve kaldığı yerden devam etti sonra. "Eskiler boşa konuşmaz, bir bildikleri vardır mutlaka. Mesela bak, ne demişler vakti zamanında, "gönül ferman dinlemez," demişler, değil mi? Bu lâf yanlış mı şimdi, aynen çıktı işte!"
Birden dönüp, 'o son cümleyi neden söyledin,' dercesine yüzüne baktım. Usulca başını kaldırdı. Gülümser gibi oldu.
“Gördüm evlat," dedi. "Fena da değildi hani." Çakmağını aranırken ekledi. "Ama iskeleti zayıftı biraz; kadında mühimdir iskelet...”




Dostum F.G.'ye,
'Kumlabeni' Haydar Salih Belen'in aziz anısına,
... ve iskeleti yeterince güçlü olmayan bütün peri kızlarına.


Bitti.






Dahilî Müzik Yayını (*)







Bu da müesseseden olsun.
Safiye Ayla - Senden Bilirim Yok Bana Bir Faide Ey Gül

Beste: Tanburi Ali Efendi
Güfte: Nevres-i Kadim
Makam: Hüseynî



 (*) : Dahilî demekten maksat, oda fiyatına dahil manasına.