Bu Yılbaşında Ne Yapıyorsun?

     Nerdeyse tamam sayılırdı, dışarıda bir tek 'Ne Alırsan 3 Lira' reyonu kalmıştı içeri alınmayı bekleyen. Saate baktı. Dokuza geliyordu. Tam karşısındaki yaşlı ayakkabı tamircisi dışında açık dükkân kalmamıştı sokakta. Yirmi-otuz metre ileride caddenin giderek yoğunlaşan akşam trafiğini görebiliyordu. Yılın son alışveriş günü de bitmişti böylece ve durgun geçmişti beklediğinin aksine, en az diğer günler kadar hem de. Reyonu tekerleklerinin üzerinde kaydırarak içeri sokarken kısa bir süre durdu. Eski makinenin ihtiyarın elindeki ayakkabıya inip kalkarken çıkardığı, bütün sokağı çınlatan sesini dinledi. Camın gerisindeki yaşlı adamın yüzüne baktı. Beyaz flüoresan lâmbanın altında mutlu görünüyordu sanki. Muhtemelen bu gürültülü ve tekdüze sesi evdeki yekdiğerine tercih eder olmaya başlamıştı yıllar içinde. Birden -izlendiğini hissetmişçesine- hafifçe başını kaldırdı ve gülümsedi ihtiyar.

     “Ben çıkıyorum Tahir Abi, sana iyi yıllar,” diye seslendi ona elini sallayarak.
Gözlüklerini alnının üzerine kaldırıp cama doğru yaklaştı yaşlı adam ve aynı şekilde el sallayarak karşılık verdi ona. Sonra yeniden önündeki işe döndü ve sağ eliyle hızlı bir tur attırdı makineye. İnip kalkan iğnenin sesi duyuldu bir kez daha.

     Işıkları kapatmak için sigorta panosuna doğru seğirtiyordu ki, birden durdu. İşte -bir kez daha- tam çıkmak üzereyken aklına gelmişti. Geri dönüp, küçük masanın gerisindeki sandalyeye oturdu. Ceket cebindeki telefonunu çıkardı. Parmakları tuşlara yavaş ve tereddütlü gitti. Açılmasını bekledi. Karşıdaki üçüncü çalışta açtı her zamanki gibi.
     “Efendim?”
     “...”
     “Metin??”
     “Nasılsın?”
     “İyiyim. Sen?”
     “Fena değil. Ne yapıyorsun?”
     “Evdeyim. Yemek hazırlıyorum.”
Tam ‘ne pişiriyorsun,’ diye soracaktı ki vazgeçti.
     “Sen nerdesin, dükkânda mı?”
     “Evet. Kapatmak üzereydim, ‘bir arayayım,’ dedim.”
     “Geç olmadı mı, çıksana artık. Yoğun galiba işler?”
Cevap vermedi önce, sonra yarım yamalak bir "eh işte," çıktı ağzından ama belli ki işitmedi karşıdaki.
     “İç giyim reyonunu kaldırmışsın. Yalnız çorap rafları kalmış, diye duydum.”
     “Doğru duymuşsun. Satılmıyordu."
Tepki gelmeyince açıklama yapmak zorunda hissetti kendini.
     "Kimse don veya sutyen almıyor benden, sen varken gidiyordu onlar.”
     “Sana "gidiş iyi değil," demiştim ama. Bir an önce kapatıp başının çaresine bakman gerekiyordu. Beni dinleseydin keşke.”
     “Haklısın. Tabii sen de bu uyarıları dükkânı açmadan önce yapsaydın keşke. Akmasa damlayacaktı, hatırlıyor musun?”
     “Metin; yine aynı şeylere başlama! Bunu defalarca tartıştık. Sen işte oluyordun ve ben sıkıntıdan patlıyordum evde. Hem hani küçük boyutta deneyecektik? İşinden ayrılıp bütün hayatımızı o dükkâna bağlayacağını nerden bilebilirdim?”
     “Doğru. Bütün gün beraber olunca benden sıkılacağını da bilemezdin ayrıca.”
     “Saptırıyorsun yine. Öyle olmadığını biliyorsun. Bal gibi biliyorsun gerçek nedeni.”
     “Gerekçeni biliyorum, evet.”
     “Metin! Artık kabul et. Biz ayrıldık ve bütün bunlar geçmişte kaldı. Deşmeyelim daha fazla olur mu? Hem galiba yine içkilisin sen.”
     “İlgisi yok, altı aydır tek yudum almadım.”
     “Hayatından gitmem bir işe yaramış yani.” Güldü.
     “Pekâlâ Duygu. Dediğin doğru, bırakalım bu konuları. Bugün yılbaşı. Ne yapıyorsun akşam?”
     “Dedim ya, yemek hazırlıyorum. Bir arkadaşım gelecek.”
     “Kim?”
     “Tanımazsın.”
     “Bütün kız arkadaşlarını tanırım. Hangisi?”
     “Kız değil.”
Biraz gecikmeli de olsa, yemeğe beklenen kişi hakkında bir fikir edinmiş oldu Metin böylece.
     “Ben,” dedi. “belki Nazlı'nın sesini duyarım, diye aramıştım aslında.”
     “Nazlı annemlerde. Bu gece onlarda kalacak.”
     “Anlıyorum.” Durdu. Uzun bir nefes çekti içine ve bıraktı sonra. “Tamam. Haftaya üçüncü yaş günü, onu o zaman görürüm artık.”
Duygu cevap vermedi. Bu da iyiye alâmet bir suskunluk gibi görünmedi Metin’e ama yapacak bir şey yoktu.
     “Pekâlâ, kapatıyorum şimdi. İyi yıllar sana.”
     “Sana da,” dedi Duygu, güçlükle duyulabilecek bir sesle.  

     Işıkları kapattı, kapıyı kilitleyip kepengi çekti. Sokağın öbür ucuna park ettiği arabasına doğru yürümeye başladı. Üç aydır ödememişti taksitini panelvanın ve bankayla uzatmaları oynuyor sayılırdı. Yürürken düşündü. Hayat hiç yolunda gitmiyordu ve bu durum değişecek gibi de görünmüyordu üstelik. İşler allak bullaktı. İnsanlar alışveriş merkezlerinden çıkmıyorlardı, birçoğu çorabı da marketten alır olmuştu artık. Evliliği duvara toslamıştı. Ve şimdi –kim bilir belki de haklı endişelerle- kızını görmesini de istemiyordu Duygu artık. Ayrıca boşanmak üzerelerken dükkân hakkında söyledikleri de yanlış sayılmazdı pek; gidiş epey kötüydü, hem de bir bütün olarak. Bu esnada arabayı geçtiğinin farkına vardı. Yirmi metre kadar fazladan yürümüştü. Dönüp gerisin geriye yürürken, cadde tarafından esen sert rüzgârı yüzünde hissetti.




     Kapıyı açıp, arabaya bindi. Tam kontağı çalıştırırken gözü yan koltuktaki koliye takıldı. Bir hafta önce yeni serî külotlu çorapların numunelerini göndermişti dağıtıcı firma ve siparişi yılbaşına yetiştirebilmek için gidip kendisi teslim almıştı kargodan. Ne var ki sipariş vermek bir yana, dükkâna taşıma gereği bile duymamıştı mukavva kutuyu, içine şöyle bir bakıp yan koltuğa bırakmıştı öylece. İki eliyle kaldırıp arkaya fırlattı onu, “isterlerse iade ederim,” diye geçirdi içinden.

     Yoğun trafikte cadde boyunca ilerliyordu. On dakika sonra eve varacak, köşedeki yedi/yirmi dört büfeden köfte söyleyecek ve -muhtemelen- yeni yıla bile giremeden uyumuş olacaktı. Yollar evlerine gitmekte olan diğerleriyle ve yılbaşını sokakta karşılamaya hazırlananlarla doluydu. Bir süre sonra caddenin kalabalık bölümü geride kaldı, etraf nispeten tenhalaştı. Tam vitesi üçe atmaya hazırlanıyordu ki, birden ışıkları gördü!... Yarı karanlık kaldırım siluetinin içinde tam bir renk tayfı şeklinde parlıyorlardı. Hemen ardından neon tabelaya ilişti gözü: ‘MAJESTİK MÜZİKHOL’. Dışarıdan bakınca ‘ismiyle müsemma,’ diye tanımlanması güçtü mekânın ama ‘şahane’ bir yılbaşı için fazla seçeneği olduğu söylenemezdi Metin'in. Sağ sinyalini yakarak yavaşladı.




     İçerisi hayli loştu, adeta karanlıktı. Duvarlarda renkli ışıklar veren lâmbalardan vardı bolca ama ilk anda yüzleri seçmek olanaksızdı yine de. Kapıda durup bekledi, etrafı tanımaya çalıştı. Nerdeyse bütün masalar boş gibiydi. Barda gençten bir delikanlı ve hayli olgunca bir kadın, oldukça sıkı fıkı bir halde, adeta fısıldaşır gibi çene çalıyorlardı. Cama yakın masalardan birinde ellili yaşlarda iki adam ve karşılarında iki genç kız oturuyordu. Adamlardan bıyıklı olanı diğerlerine el hareketleri eşliğinde bir şeyler anlatıyor, sonra dördü birlikte kahkahalarla gülüyorlardı. İçeride genel bir eşleşme sorunu olduğu izlenimine kapıldı, hemen her yerde olduğu gibi yani. Sonra en uzaktaki masaya takıldı bakışları. Biri epey şişmanca, diğeri ise tam tMetine zayıf, hatta sıska görünen iki kız oturmuş, öylece kapıya, kendisine doğru bakıyorlardı. Susadığını hissetti. 

     Biraz daha ilerleyip, ortadaki bistro masalarından birinin yanında durdu. Sırtı kapıya dönük olarak yüksek tabureye oturdu. Garson etrafta görünmüyordu. Biraz daha dikkat kesilerek barın gerisine doğru bakındı. Yirmi yaşlarında esmer bir çocuk lavaboda bir şeyler yıkamakla meşguldü. Beklemeye başladı. Henüz birkaç dakika geçmişti ki, uzaktaki masada oturan kızlardan zayıf olanı ayağa kalkıp ona doğru yürüdü. Gelip tam karşısında durdu. Yirmilerinin sonunda  görünüyordu. Boyu, kısanın biraz üzerindeydi. Eteğinin üzerine omuzlarını açıkta bırakan ince bir bluz giymişti. Belirgin köprücük kemikleri çelimsiz görünümüne tuhaf bir çekicilik katıyordu. Kulak hizasının biraz altındaki saçları siyaha yakındı ve esmer, hoş bir yüzü vardı. Metin'i kısa süreliğine süzdükten sonra, soğuk bir ses tonuyla sordu.
     “Ne içersin?”
Oturduğu tabureden ayağa kalkar gibi doğruldu Metin.
     “Siparişi sana mı veriyorum?”
Kızın yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.
     “Sen bana söyle, ben benimkini de ekleyip iletirim. Oturmamın sakıncası yoksa yani.”
     “Yok tabii ki..." Düşündü. Karar vermeye çalışır gibiydi. "O zaman, ne içeyim ben..." Yine duraksadı ama öncekinden farklı bir nedenle bu kez. "Hah! Soda bana.”
Gülümsemesi yerini şaşkınlığa bırakır gibi oldu kızın.
     “Ciddi misin? Bira içseydin hiç olmazsa.”
Başını hafifçe iki yana salladı Metin.
     “Alkolle pek aram yok bu ara, kusura bakma.”
     “Sen bilirsin,” dedi kız, “nasıl istersen.” Barın arkasındaki çocuğa seslendi. “Sedat, buraya bir soda, bir de duble viski…”
Çocuk ‘tamam,’ anlamında başını salladı. Kız, adeta tünercesine Metin’in hemen yanındaki tabureye oturdu.



     “Burcu ben,” dedi, önceye oranla daha nazik bir ifadeyle. “Sen kimsin?”
     “Metin.”
     "Memnun oldum Metin." Elini uzattı.
     "Ben de."
Neredeyse yalnızca parmak uçları değdi birbirine el sıkışırlarken ve pek bir şey ifade etmedi bu Metin'e. Burcu, cüzdana benzeyen deri kaplı tabakasından ince bir sigara çıkarıp yaktı.
     “Daha önce hiç görmedim seni burda.”
     “Hiç gelmedim çünkü.”
     “Peki şimdi ne arıyorsun? Hem de böyle bir günde üstelik?”
İlk anda bir şey diyemedi Metin, bocalayacak gibi oldu. Bildik yanıtı vermenin en iyi seçenek olduğunu düşündü sonra.
     “Bir şey aramıyordum aslında," dedi, "gidecek daha iyi bir yerim yoktu sadece.”
Kız gülümsedi yeniden. Bir süre hiç konuşmadan durdular. Suskunluk uzayınca Burcu hafiften sıkılır gibi oldu. Barmen siparişleri masaya koyarken, elindeki eski demir parayla oynamaya başladı. Metin'in daha önce hiç görmediği türden garip bir numarası vardı kızın. Parayı masanın üzerinde dik olarak tutup, âni bir parmak hareketiyle kendi etrafında döndürmeye başlıyor ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen, kusursuz turlar attırıyordu. Sevimli göründü Metin’e bu ve öylece izlemeyi sürdürdü onu. Sonra kız birden durup viski bardağına uzandı.
     “Buraya içelim mi o zaman,” dedi. “Yeni yılda daha çok gelirsin belki.”
Yavaşça tokuşturdular bardakları.
     “Bir şey aramadığına emin misin,” diye tekrar sordu kız.
     “Ne bulabilirim ki,” diye yanıt verdi Metin, harikulâde köprücük kemiklerine bakarak onun.
Burcu iyice yaklaştırdı tabureyi Metin’e ve sokuldu kulağının dibine.
     “Bak,” dedi,“bugün yılbaşı, işler kırık. Şanslısın yani, damping yaptım. İstiyorsan söyle hemen, daha fazla oyalanmayalım.”
Metin için beklemediği kadar erken bir geçiş olmuştu bu, zaman kazanmaya çalıştı.
     “Yani?”
     “Yani, sana saati yüz elliye olur. Otele gideceksek ucuz yer de ayarlarım.”
Bu ıssız barda bulabileceği tek şey ve karşılığında ne vereceği netleşmişti böylece ama maliyet biraz yüksek gelmişti Metin'e. İç çamaşırı sektörünün aksine, satışlardaki durgunluğu fiyatlara yansıtmıyor gibiydi kız pek. "Vücuda yaklaştıkça fiyat esnekliği azalıyor demek ki," diye düşündü Metin.
     “Evim var," dedi. "Ama rakam pek indirimli görünmedi bana. Fazla değil mi?"
     “Yok, değil. Masanın hesabı ve geri dönüş taksi parası da içinde. Artı mekânın payını da sayarsan, bana elli ya kalır, ya kalmaz.”
     “Öyle mi, bunları bilmiyordum bak. Dönüşte bırakırım istersen.”
     “Gerekmez." Durdu. "Ve bir saati geçmem, ona göre. Yılbaşına Aysu'yla girmek istiyorum.” Uzak masadaki şişman kızı gösteriyordu eliyle. Sonra gözlerini Metin'inkilere dikti. “Evet, ne diyorsun?”
Kısa bir süre düşündü, kızın koyu siyah gözlerine baktı.
     “Tamam,” dedi kayıtsız bir ifadeyle.
Burcu, masadaki çocuğa bir baş işareti yaptı ve elini -Metin'e yol gösterir gibi- öne doğru uzattı hafifçe. 
     “Kalkalım öyleyse.”
On dakika sonra evdeydiler...




     Müthiş bir kapışmaydı. Son yılların en iyisiydi, tüm zamanlarda ise rahatlıkla ilk beşe girerdi Metin’in sicilinde. Kız banyoda silinirken, giyindi ve su içmek üzere mutfağa yöneldi. Kafası karışıktı. Arka cebinden telefonunu çıkardı, 'gelen mesaj var mı,' diye baktı. Yoktu. Salona geçip televizyonu açtı. Banttan yayınlanan yılbaşı programlarından birine rastladı kanalda. Banttan şarkılara banttan göbekler. Bütün gözler gülüyordu ya da gülebilen bütün gözler oradaydı belki de. Onlara da birer bant çekmek gerektiğini düşündü Metin istemsizce. Gözü altyazıyla geçen milli piyango rakamlarına ilişti bu sırada. Amorti 1'e çıkmıştı. Bilet almasa bile dikkat ederdi amortinin hangi rakama çıktığına, en küçük ikramiye hep ilgisini çekmişti bugüne dek. “Asıl sorun bu olabilir mi acaba,” diye düşündü kendi kendine. Kız salona girdiğinde, içinden bunları geçirerek televizyona bakmaktaydı öylesine.
     “Ben gidiyorum,” dedi kız. “Sen iyi misin?”
‘Evet,’ anlamında başını salladı.
     “Burcu,” diye seslendi ona zor işitilebilecek bir sesle, “birkaç saat daha kalma şansın yok değil mi?”
     “Hayır,” diye yanıtladı kız gülümseyerek. “Söylemiştim sana. Arkadaşım bekliyor.”
     “Tamam.”
Cebinden cüzdanını çıkardı. Üç elliliğin yanına bir de yirmilik ekleyip uzattı.
     “Taksi paran.”
Yalnızca turuncu renkli olanları aldı kız, diğerini bırakıp avucunu yavaşça kapadı Metin’in. Metin itiraz etmedi ona, “taksiye bindireyim seni,” demekle yetindi doğrulurken.




     On dakikadır bekliyorlardı. Poyraz şiddetli esiyordu, soğuktan titremeye başlamıştı dudakları Burcu'nun. Birer sigara yaktılar. Etrafta taksi görünmüyordu. Metin'in birden aklına geldi.
     “Bir dakika,” dedi kıza, “bir yere ayrılma.”
Hızlı adımlarla üç-dört araba ilerideki panelvana doğru yürüdü. Kapısını açıp arka koltuktaki kutuya uzandı. Koşarcasına geri geldi. Kutuyu tek elinin üzerine oturtup, diğeriyle kapağını kaldırdı.
     “Bunlardan istediğin kadarını alabilirsin.”
Burcu kutunun içine şöyle bir baktı. Çeşitli tip ve renklerdeki çorapları gördü. İlk anda şaşkınlıkla karışık bir parlama belirdi gözlerinde ama sonra hızla değişti bakışları ve kuşku ile korku arası bir ifade yerleşti yüzüne.
     “Ne arıyor bunlar sende,” diye sordu tedirgin bir sesle.
Kızın huzursuzluğunun nedenini anlamıştı Metin, gülümsedi yeniden.
     “Merak etme,” dedi. “Korkacak bir şey yok. Bu benim işim, çorap satıyorum." Sesli bir kahkaha atıp ekledi. "Örmekten iyidir en azından.”
Kızın yüz ifadesinde değişiklik olmayınca, yaptığı esprinin yeterince iyi olmadığını anladı.
     “Hadi al içinden beğendiklerini,” dedi yeniden.
Burcu bakışlarını tekrar kutunun içine çevirdi. Fazla oyalanmadan -sokak lâmbasının ışığında rengi bordo gibi görünen- birini aldı ve hızla kapattı kapağını.
     “Bu yeterli.”
     “Peki,” dedi Metin, “sen bilirsin.”
Kutuyu yere bıraktı. Ellerini, artık iyiden iyiye titremeye başlayan Burcu'nun ellerine doğru uzattı. Ancak tam o sırada yanlarından geçmekte olan taksiyi fark etti kız ve ellerini hızla sallayarak bağırmaya başladı!
     "Hey! Hey!"
Metin’inkiler daha yarı yola varamadan boşta kaldılar. Taksi sert bir fren yapıp az ileride durdu. Burcu taksiye doğru koşarcasına birkaç adım attı. Sonra durdu birden ve geriye dönüp Metin’e baktı. Yaklaşıp yanağından öptü usulca. Sağ elinde ortasından ikiye katladığı külotlu çorap paketiyle araca doğru koşmasını izledi Metin onun.




     Yarı aralık dış kapıyı ayağıyla itip, elinde koliyle apartmana girdi. Asansöre binip katın düğmesine bastı. Yukarı çıkarken aynada suratına baktı. İki saat önceki sisli karaltı geri gelmiş gibiydi yüzüne ve bu resim, son iki saatin tatlı bir hayâlden ibaret olduğunu kanıtlamaya yetip de artıyordu fazlasıyla. Ama eve girip, salondaki sehpanın üzerindeki demir parayı görünce emin oldu ki, hayâl değil gerçekti yaşadığı, hem de bir zamanlar hayâlini kurduğu türden bir gerçek...

     Saate baktı. On ikiye on vardı. Bir sigara yaktı. Birkaç nefes çektikten sonra söndürdü. Mutfağa yürüyüp küllüğü çöpe döktü, yıkadı ve bankonun üzerine kapattı; Duygu ortalığı kirletmesinden nefret ederdi çünkü. Salona geri döndü. Yerde duran koliyi açıp en kaliteli çoraplardan birini çıkardı içinden. Parlak gri renkli, likralı bir modeldi. "Şatafatlı olsun olacaksa; bugün yılbaşı," dedi içinden. Yatak odasına yöneldi. Küçük komodinin alt çekmecesini açtı. Babadan kalma Kırıkkale beyaz patiska beze sarılı halde duruyordu yerinde, eline aldı. Hemen yanındaki küçük kesenin düğümünü çözüp içindeki mermileri bezin üzerine boşalttı. En yeni görünenini şarjöre yerleştirdi. Son kez salona döndü. Masanın üzerindeki uzaktan kumandayı aldı ve televizyonun sesini sonuna kadar açtı. Çorabı ambalajından çıkardı, gergin olmasına özen göstererek başına geçirdi. Daha ilk andan yüzünü sıkmaya başlamıştı bile, ki bu en azından Duygu için iyi bir haber sayılırdı, etrafa bir şey sıçraması olasılığı yok denecek kadar azdı herhalde. Bir taraftan da “iyi malmış aslında,” diye geçiriyordu içinden, “sipariş verseymişim satılırmış...” 

     Yere oturdu. Sağ elini hemen solundaki televizyonun elektrik kablosuna doladı. Fişin prizdeki gevşekliğini ve kablonun gerginliğini kontrol etti. Sol eliyle silâhı kavradı. Namlunun ucunu kulağının hemen üstüne yerleştirdi ve bekledi... En uygun ânı bekledi. Nihayet. Dışarıda patlayan havai fişeklerin gürültüsü, televizyondan gelen kutlama ve cümbüş seslerine karışıyordu. Tam zamanıydı. Yeni yıl. İlk ve son anları. Ufaklığın, köşe sehpanın üzerinde duran resmine baktı, sessizce “mutlu yıllar Nazlı,” dedi.




     Üç aşağı beş yukarı aynı dakikalarda Duygu, Metin’in mutfak bankosunun üzerinde bıraktığı telefonuna ulaşmaya çalışıyordu. Cihaz dört-beş kez çaldıktan sonra telesekreter devreye girdi ve bildik şeyleri söyledi: “... Lütfen sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakınız...” Birkaç saniye içinde geldi sinyal sesi ve konuşmaya başladı Duygu, kesik cümlelerle.
     “Metin, benim Duygu... Son üç saattir seninle geçirdiğim yılbaşlarını düşünüyorum... Hiçbiri mutlu ve huzurlu değildi biliyor musun? Hep bir tatsızlık ve tartışma olurdu. Hatırlıyorsun değil mi?" Duraksadı, sesi titriyordu. "Ve sayende bu yılbaşını da huzursuz geçiriyorum. Üç saat önce aradın ve bütün akşamımı altüst ettin...” Yeniden durdu, derin bir nefes alıp bıraktı. “Ama iyi ki de ettin!” Belli ki gülümsüyordu bunu söylerken. “Bak, muhtemelen uyuyorsundur. Sadece bil diye söylüyorum, birazdan ben de uyuyacağım. Belki...” Sustu yine. “Belki yarın bir şeyler yaparız ha? Evi özledim. Gelirim ve kahvaltı yaparız belki. Tabii ilk birkaç saat dağınıklığını toparlamakla geçer önce.” Güldü. “Yok, şaka, fazla dağıtmamışsındır eminim. Mutlu yıllar sevgilim...”



     Metin, tam tetiğe dokunmak üzereyken duydu sesi. Kapı çalınıyordu, adeta kesintisiz bir şekilde hem de. Yüksek sesten rahatsız olan komşulardan biriydi belki de, biraz daha dayansalar sonsuza dek susacaktı ses oysa ki. Epeyce bekledi. Zil ısrarlı bir şekilde çalmaya devam ediyordu, bitecek gibi değildi. Çorabı başından çıkarıp, kanepenin altına fırlattı. Ayağa kalktı ve televizyonun sesini kıstı. Sonra alttaki dolabı açıp, silâhı rafın dibine sürdü. Yavaş adımlarla kapıya doğru yürüdü...

     Açtığında karşısında Burcu duruyordu. Gülümseyerek elindeki şişeyi Metin'in yüzüne doğru bir kaldırıp, bir indiriyor ve görünüşe göre bunu yaparken hayli eğleniyordu. Hemen arkasında nerdeyse kapının genişliği kadar büyük bir arka fon oluşturmuş halde bekleyen Aysu vardı. Her ikisi de hayli sabırsız ama sevimli görünüyorlardı. Kısa bir süre öylece baktılar birbirlerine. Sonunda Burcu girdi söze.
     “Düşündük de,” dedi gülerek, “birkaç çorap daha fena olmaz gibi geldi sanki. Teklif hâlâ geçerli, değil mi?”
Metin, gülümsedi. Girmeleri için kenara çekildi.



  


Dahilî Müzik Yayını (*)

  
Tom Waits - Reeperbahn (2002)

 
Sonny Boy Williamson - Nine Below Zero (1954)


(*) : Dahilî demekten maksat, oda fiyatına dahil manasına.


Bağlantı S.ağlanamıyor

"Üzgünüm efendim, şu anda bütün eski sevgilileriniz bir başkasıyla görüşüyor..."

Çapraz Sorgu

acaba, dedim içimden,
kulenin tepesinde bir kaplumbağa olsaydım,
ne kadar mutlu olabilirdim?
veya
bankın yanına bıraktığım depozitolu şişe olsaydım,
ne kadar acıklı görünebilirdim?
sonra
acaba, dedim
şehirdeki diğerleri de
hem üşüyor, hem terliyor olabilirler mi bu saatte?
kaç kişi ağlıyordur meselâ?
kaç kişi sevişiyordur?
sevişirken ağlayan da var mıdır?
sevişmek acıklı olur mu acaba, dedim.
ya da ağlamak mutlu?
ve... acaba, dedim içimden,
fırtına hiç dinmeyecek mi,
niye hava hâlâ bulutlu?



Fırtına sonrası, Bababurun Feneri, sabaha karşı.
Kendimi de sayarsam eğer, bir kişiyiz.



Her Şeyin Bir Sebebi Vardır

'Eninde sonunda uyanırız ve anlarız bazı şeyleri.'

     İşte yeniden aynı sokaktayım. Hemen her şey bir yıl önce olduğu gibi herhalde. Ya da her şeyi en baştan anlatmam gerek belki.


     Altı koca yılın ardından nihayet üniversite maceram bitti. Artık mesleğimi sorduklarında iktisatçı diye cevaplayabilirim. Ülkede iktisatçıdan daha bol herhangi bir şey yok ve benim de diğerlerinden hiçbir farkım yok. Bazı küçük şeyleri saymazsam tabii.

     Beşiktaş'ın arka sokaklarından birindeki evinde teyzemle birlikte oturuyorum. Biraz ondan bahsedeyim size. Teyzem altmışlarında, hafif kısık ve çatallaşmış sesiyle sözcükleri uzatarak konuşan, pembe suratlı, iri cüsseli bir kadın. Yüksek dereceden hâkim olan kocası sekiz yıl önce öldüğünde ona iyi bir maaş ve devlet tahvilinin yanı sıra, içinde oturduğumuz bu evi ve Kumburgaz taraflarında bir yazlığı bıraktı. Kurtulmak için ne büyük tazminat! Perşembeler hariç, son beş yılımı teyzemle geçirdim ve onu hâlâ tanımıyorum aslında. Bütün bildiği, bulduğu her şeyi yemek, televizyon izlemek ve Perşembe günleri evde arkadaşları ile kâğıt oynamaktan ibaret gibi. Başka ne yapıyor ya da bir şey yapıyor mu, bilmiyorum. Bu yüksek tavanlı evde, onlarca yıllık mobilyaların içinde oturup, bütün akşam televizyon izliyor, sonra da uyuyoruz...
 



     Bazen çay yapar ve karşılıklı birer sigara içeriz. O durum için bile standart cümleleri ve soruları var teyzemin. Annemin kendisine çok hakkı geçtiğini söylüyor durmadan, okulun nasıl gittiğini soruyor bazen ama cevabı beklemeyip kendi zamanına geri dönüyor hemen. Eski bir müzik öğretmeni için fazla iddialı şeyler söylüyor hep. Dönemin maarif vekilinin sesini dinlemek için teyzemin ders verdiği kız okuluna gelip gittiğine inanmam güç, en azından teyzemin sesini dinlemek için geldiğine inanmam güç yani. Her neyse. Teyzem, eve hiçbir arkadaşımı getirmeme izin vermedi, ben de şansımı zorlamadım fazlaca. Onun oyun günlerinde diğer arkadaşlarımda geceliyorum sadece. Başlangıçta buna itiraz edip akşamları eve gelmemi istese de, sonraları sesini çıkarmaz oldu. Cuma günü okul dönüşümde, bir gün önce yapılmış kek ve pastaları sırf benim için ayrıldılar diye yeme zorunluluğumu ortadan kaldırmıyor bu ama.

     Ve sonunda okuldaki son yılım da bitti, dediğim gibi. İnanması güç ama mezun oldum. Teyzem yazlığına gitti, çünkü yaz başladı artık. Tuhaf bir dönem doğrusu. Ev bana kaldı, neredeyse bütün sokak bana kaldı ve burada son günlerimi geçiriyor olabilirim. Her şeyin üzerine koyu bir sıcak ve sessizlik çökmüş durumda. Bütün yılı düşününce bulunmaz bir zaman dilimi olarak görünen günler, gerçekte kâbusa dönüşmeye namzet gibi şimdi. Bütün çocuklar bir yana dağılmış. Kimisi memleketinde, kimisi yazlığının kumsalında kızlarla cilveleşiyor, hatta bazıları ilk işlerine başlamış bile. Bense öylesine bekliyor, teyzemin eski videosunda film izleyip çavuşu tokatlıyor, arada bir de evdekileri arayıp burada kalışımın okulla ilgili bir takım projelerden kaynaklandığına dair bir şeyler zırvalıyorum hala. Yeni mezun üniversitelinin ilk yalanları.


 

     Böylece bir ay geride kaldı. Artık bir şeyler yapmak zorunda hissettim kendimi. Durum değişmeliydi, hâlâ öğrenci değildim zîra. Evden para geliyordu arada ama utanmaya da başlamıştım bu durumdan. İş başvurularına girişmem gerektiğini düşündüm ve tahmin edileceği üzere gazete almaya karar verdim ilk olarak. Sanki herkesin aradığı adammışım gibi her yere başvuruyordum, gördüğüm her faks numarasına yarım sayfalık özgeçmişimi göndererek. Cevap yoktu tabii, ama her an çağrılacakmışım gibi hazır bekliyordum. Muhtemel sorulara, mükemmel yanıtlar.



 
     Sonra tempom düşmeye başladı, günde bir-iki ya yolluyor ya da boş geçiyordum. Görüşmede giyeceğim tek takım elbisem de yeniden gardırobun arka kısmına ilerlemekteydi ayrıca. Bu ümitsiz durum, beni eksiklerimi sorgulamaya itti bir süre sonra. Pek zorlanmadım bunu yaparken, bir bütün olarak eksiktim zîra. Ama en acil giderilmesi gerekenden başlamak gerekiyordu mantıken. Yabancı dilim kolej günlerimden kalma bir seviyede idi ve pek güven vermiyordu bana. Ani bir silkinişle bu süreyi onu güçlendirmek için kullanmaya karar verdim.

     Evde halamın ölen eşinden kalma onlarca Limasollu Naci plâğı vardı. Bir pikaptan İngilizce öğrenmekle ilgili düşüncelerinizi tahmin edebiliyorum. Eğer bir Japon değilseniz, hepsini kendinize saklayın. Her neyse. Sonuçta plâklar hazırdı ama teyzemin muhtemelen evlendiği günden kalma olan pikabı bozuktu. Çok eskiden insanlar iki tahta parçası alıyordu evlenirken, ateş yakmak için. Sonra pikap, daha sonra video alır oldular, aradakileri geçiyorum. Bugünlerde ses ve görüntü sistemleri alıyorlar. Şimdilik her şey olması gerektiği gibi gidiyor herhalde, ama bir garantisi de yok bunun. Her neyse, benim sorunum bu değildi zaten.

     Pikap salonun bir köşesinde öylece duruyordu, geldiğimden beri bozuktu aslında ama bugüne dek kullanma gereği duymadığım için ne zamandır bozuk olduğunu ya da arızasının ne olduğunu sormamıştım teyzeme hiç. Birden bu yaşlı cihazı bunca yıldır görmezden geldiğim, ona haksızlık yaptığım duygusuna kapıldım. Gereksinimden kaynaklanan bir şefkatle yanına doğru gittim. Usulca elektrik kablosunu kendime doğru çektim, ucunu bulmak için. Ucunda fiş yoktu, yalnızca iki ince tel sallanıyordu, tahminen beşer santim uzunluğunda. Zor bir durumdu. Kabloları prize sokmak geçti içimden ama cihaza daha büyük bir zarar vermekten korktum ya da belki de kendimi elektriğe kaptırmaktan. İnsanlar çoğu kez korktukları şeyin ne olduğunu sorgulamak istemezler değil mi? Emin olun öyle. Ancak son çare haline geldiğinde korkularımızla yüzleşiyoruz. Ben de öyleyim kuşkusuz.
 


 
     Tabii ki bütün bunları düşünmedim o sırada. Kısa bir tereddütten sonra kabloları prize soktum. Birkaç kıvılcım ve çıtırtı çıktı elektrik teması sağlanana dek. Ve çalışmadı... Hiçbir hareket yoktu cihazda. Plâklar -yıllar sonra yeniden kullanılacak olmanın heyecanıyla belki-, sabırsızlanıyorlar gibiydi masanın üstünde ama biraz daha beklemeleri gerekecekti. Saate baktım, beşe yaklaşıyordu ve akşam olmadan bu sorunu çözmem gerekiyordu. Pikabı koltuk altıma aldım ve dışarı çıktım. Elektrik kablosu yerde sürünen garip bir cihazla iki saate yakın dolaştım bir sokaktan öbürüne girerek. Sonunda buldum onu bir toto bayiinin karşısında.


     Camında silinmeye yüz tutmuş, eski usûl altın yaldızlı harflerle, belli belirsiz bir şekilde 'pikap, televizyon ve tıraş makineleriniz tamir edilir,' yazıyordu. Çok yorulmuştum ve içeri girdim, becerebileceğini dahası hemen onarmayı kabul edeceğini umarak. Dar ve uzunca bir dükkândı. Her iki yanda ikişer sıra raf vardı uzunlamasına ve üstü toz tutmuş onlarca televizyon; siyah beyazlar, ilk renkliler...


 

     Akşam loşluğu hakimdi içeriye, on beş belki yirmi metre ileride bir masa lâmbasının ışığı görünüyordu sadece ve kısık bir müzik sesi, bir masa radyosu muhtemelen. Tedirgin adımlarla ilerledim, karşısına gelip durdum. 

     Yetmişlerinde ya da öyle görünen, gözlüklü bir ihtiyardı. Uçlara doğru hafifçe incelen beyaz bir bıyığı vardı, aynı renkteki saçları perçem düşürülüp briyantin sürülerek yana doğru taranmış, sakal tıraşı özenle olunmuştu ama bu kırışık ciltte bir sineğin kaydığı en son günü kestirmek zordu tabii. Elindeki havya ile eski bir televizyon kartı üzerinde lehim yapmakla meşguldü. Küçük masanın üzerinde yok yoktu ama ilk dikkatimi çeken, dibinde birkaç parmak az sulu rakı kalmış, ince ve uzun bardak oldu. Başka herhangi bir yiyecek, meze ya da her neyse yoktu ortada, kül tablasında yarısına dek kendi kendini içmiş sigara hariç. Bir pikap tamiri için geldiğim göz önüne alınınca, bu yaşlı adamın aradığım kişi olması ihtimâli yüksekti. Kısa bir süre öylece durdum. Sonunda gözlüklerinin üzerinden bana baktı:
     "Evet?"
     "Pikap," dedim. "Çalışmıyor... Evde denedim, prize soktum, hiçbir hareket olmadı. Sanki elektrik gelmiyor gibi. Temassızlık olabilir diye düşündüm."
Bir onarımın büyük masraf açmaması için kullanılan sihirli sözcüktür 'temassızlık'. Anlamı, "sorunun büyük olmadığını düşünüyorum, beni becermezsen sevinirim," demektir ve muhatabına bir şey ifade etmez çoğu kez. Ama denemekten de bir zarar gelmez tabii.
     "Otur," dedi.
Hemen karşısındaki sandalyeye oturdum. Koltukaltımda giderek ağırlaşan pikabı yorgun olduğumu belli eder bir ifade takınarak yandaki taburenin üzerine koydum. Birkaç lehim daha yaptı, rakıdan küçük bir yudum yuvarladı, sigarasından kuvvetli bir nefes alıp küllüğe bastırdı. Sonra hafifçe gülümsedi. Doğrusu beklemediğim bir şeydi bu!
     "Ver bakalım şunu..."
Cihazı yavaşça masanın üzerine koydum. Kendisine doğru çevirdi, elektrik kablosunu çekerek uçlarını tuttu. Sonra, hemen yanındaki duvarda bulunan prize takılı fişin devamındaki kabloyu kendine doğru çekti. Onun da uçları açıktı, yine iki tel. Yavaş hareket ediyordu. İki kabloyu birbirine yaklaştırdı. Önce pikabın ve prize takılı kablonun ilk tellerini birbirine bağladı. Boştaki iki kablonun teması halinde olabilecekleri düşünerek gerildim biraz. Oysa ihtiyarın gösterisi daha bitmemişti... Diğer iki ucu da eline aldı ve telleri birbiri üzerine dolayarak bağladı. İnanması güçtü, öylece bakakalmıştım! Yaşlı moruk hâlâ hayattaydı, üstelik sağlıklı görünüyordu! Aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Rakının bilmediğim bir faydasına tanık olmuştum muhtemelen ya da daha kötüsü gizemli bir durumla karşı karşıya idim!...

     Ben bunları düşünürken, ihtiyar pikabın üzerindeki büyükçe yuvarlak düğmeyi sağa çevirdi ve tabla dönmeye başladı. Cihaz çalışıyordu!... Kafam iyice karışmıştı.
     "Evde çalışmıyordu, nasıl olur," diyebildim ancak.
İhtiyar bir kez daha gülümsedi, sevimli görünüyordu.
     "Her şeyin bir sebebi vardır," dedi, gözlüklerinin üzerinden şaşkın yüzüme bakarak...

     Borcumu sordum. Sağ elini avuç içi bana dönük olarak yukarı kaldırıp, sonra oturduğu koltuğun kolçağına hafifçe vurmakla yetindi. Israr etmeye cesaret edemedim, teşekkür ettim. Pikabın kablosunu sarıp yeniden koltuk altıma sıkıştırdım. Kapı yönüne doğru birkaç adım atmıştım ki, geri dönme ihtiyacı hissettim. Çok fazla boşluk kalmıştı.
     "Nasıl oldu da elektrik çarpmadı seni amca??"
Rakısından dolu bir son yudum alıp, boş bardağı masa lâmbasının altına koydu.
     "Buraya gel." Bu kez suratı asılmıştı.
Masaya doğru yürüdüm.
     "Sana söylemiştim oysa..."
Eliyle aşağıyı işaret ediyordu. Masanın üzerine doğru eğilip, aşağı baktım. Ayağının yanı başında, elektrik kablosunun içinden geçtiği, zayıf kırmızı bir ışık veren küçük anahtarı gördüm.
     "Her şeyin bir sebebi vardır," dedim mırıldanarak. Aynı asık yüz ifadesiyle başını salladı.

     Dükkândan çıktım. Akşam oluyordu. İnsanlar hızlı adımlarla birbirlerine doğru yürüyorlar ama ıskalıyorlardı. Ve evde beni bekleyen onlarca plâk vardı...


 

     Sonraki iki hafta tuhaf geçti. Limasollu Naci plâkları ile işim dördüncü gün bitmişti. Kabul ediyorum, pek pratik bir yöntem değildi, zamanla kolumun ağrısı yabancı dil eksiğimi giderme isteğimi bastırdı. Pikap işe yaramaya devam etti ama. Teyzemin eşinden kalan sadece Limasollu Naci plâkları değildi anlayacağınız, bir o kadar da eski kırkbeşlik vardı. Özellikle Şükran Ay'lar... Harikaydılar! Pikap tamircisi ihtiyara benzemeye başlamıştım biraz. Her akşam bir otuzbeşlik alıyor, sonra kırkbeşlikleri birbiri ardına deviriyordum. Ne değişim ama! 'Çıksam Şu Dağların Yücelerine', 'Gel De İçelim Şu Dünyanın Kahrına', 'Dalgalandım da Duruldum', 'At Kadehi Elinden'... Birkaç kez gaza gelip attığım da oldu, halıya rastlayıp bin parçaya bölünmedi şansımdan, bir-ikisi kırıldı ve benim dalgalanmam da duruldu haliyle. İyi tarafından ele alırsak, babamın sevebileceği bir şeyler yapmaya başlamış gibiydim ve ilerlemeye de eğilimliydim ayrıca. Sadece aşk eksikti bu resimde, onu da bulmam uzun sürmeyecekti...




     Ve telefon çaldı. Telefon eninde sonunda çalar. Burhan'dı, Burhan Durna, namı diğer 'Burdur', okulda taktığımız ismiyle. Ispartalıydı ve takma ismini pek sevmezdi okuldayken, ama ne çare, seçme şansı yoktu onun da.
     "Alo??... Burhan ben..."
     "Burhan?"
     "Evet??"
     "Burdur! Nerdesin kardeşim sen?"
     "İyidir bilâder, işe girdim çalışıyorum. Sen naapıyorsun?"
     "Ben de çalışıyorum..."
     "Haa, nerde?"
     "Evde şimdilik."
     "Yaa, bırak bilâder yaa... Akşam geleyim mi sana, konuşuruz. Teyze de yoktur nasılsa?"
     "Yok, gel..."
     "Bir şey lazım mı, yemek getireyim mi?"
     "Yemek ye de gel."
     "Tamam bilâder. Bira alırım. İşten çıkıp gelicem, sekiz gibi ordayım."
     "Olur. Ama dış kapının zili çalmıyor, sokağa gelince köşedeki kulübeden telefon et, açayım."
     "Tamam bilâder..."

     Burdur iyi çocuktu. Okuldayken Sarıyer taraflarında, çatısı akan bir evde otururdu, hâlâ da orada bildiğim kadarıyla. Perşembeleri bazen onda kalırdık, eğer sınav haftası ise ders çalışırdık. Bize yemek yapardı her seferinde. Bir de odun sobası vardı hatırladığım, salonunda. Tavandan damlayan suların kovalara birer ikişer düşerken çıkardığı seslerin ortasında çok eğlenir, az çalışırdık o dökük çatı katında.

     Sekizi biraz geçe aradığında otuzbeşliği yarılamış, 'Geleceksin Değil Mi Bir Akşam Vakti,'ni dinliyordum. Hah!... Neyse ki geldiğinde şarkı bitmişti ve plâk boşa dönüyordu, zira nâhoş bir izlenim yaratabilirdi bu şarkı Burdur'da.
     "Vaaay bilâder? Plâk işine girmişsin?..."
     "Otur, televizyon açayım ben sana."
Burdur oturdu. Yedi-sekiz şişe bira almıştı, mutfaktan açacak getirdim, birini açıp içmeye başladı. Oradan buradan lâfladık, çocuklar ne yapıyor falan onları konuştuk, bildiklerini anlattı. Sonra beklediğim soruyu sordu:
     "İş arıyor musun?"
     "Yazdım sağa sola ama bir şey yok daha."
     "İyi. Dinle beni. Bir yerde çalışıyorum, sevkıyat sorumlusu olarak. Rusya'ya mal yapıyoruz. Deri, kürk, vesaire. Patron orada büyük bir mağaza açıyor ve beni de başına gönderecek. 'Yerine adam bul,' dedi. Ne dersin bilâder? Kıvırırsın bence..."
     "Kıvırmasına kıvırırım da Burdur... Şartları önemli..."
Bir kahkaha attı, ben de gülümsedim. Ertesi gün öğleden sonra gitmem için Lâleli tarafında bir adres verdi. O da orada olacak, beni patron ile görüştürecekti. Geleceğimi söyledim. Sonra oturup içtik ve muhabbet ettik, futboldan, evdekilerden, kızlardan. Geç vakit televizyonda polisiye bir dizi izledik ve çalıştığı işyerine ait Reno'ya atlayıp gitti.
 

 

     Ertesi gün öğleden sonra ikide verdiği adresteydim. Dört katlı, büyükçe bir binaydı. Zemin kat, perakende satış yapan bir mağazayı andırıyordu. 'Modellerimiz teşhir içindir,' yazısını görene dek camda, ben öyle sanmıştım daha doğrusu. İki cepheye bakan dev vitrinde kürkler, deri ceketler ve bir sürü Rusça yazı. Gösterişli ama bayağı bir görünümü vardı binanın. Aslında gösterişli olan her şey bayağıdır bir bakıma ama neyse. Burdur, arka taraftaki girişte duran görevliye adını vermemi ve asansörle üçüncü kata çıkmamı istemişti. Söylediğini yaptım. Görevli üçüncü kattaki sekretere telefon etti.
     "Burhan Bey'in misafiri burada."
     "..."
     "Buyrun, asansörde üçe basın."
Neden tekrar edip duruyorum ki bunları, üçüncü kata çıktım işte sonuçta. Sekreter otuzlarında, düzgün vücutlu, hafif makyajlı bir kızıldı. Bozuk Türkçe konuşuyordu fakat kaliteli bir duruşu vardı. Bana gülümsedi, zoraki olduğunu anladım ama.
     "Burhan Bey'in odası sağda, en sonda."
Dört ya da beş kapalı kapının önünden geçtim. Kapısı açıktı ve Burdur içerideydi. Siyah bilgisayar ekranındaki turuncu yazılara bakarak elindeki kâğıda bir şeyler işaretliyordu. Geldiğimi görünce hafifçe doğruldu.
     "Buyur bilâder, hoş geldin, bana iki dakka ver."
     "Burdur, iyi yere kapak atmışsın, sekreter on numara. Sadece göndermiyor, getiriyorsunuz da galiba Rusya'dan?"
Sırıttı.
     "Dahası da var ama burada Burdur deme bana."
     "Tamam Burhan Bey..." Ben de sırıttım anlamsızca.
İşaretlemelerini bitirdi, kâğıdı alıp yanıma geldi.
     "Bak, bunu patrona götürüyorum şimdi. Birazdan geri dönerim, seni onunla görüştürürüm."
Cevap vermemi beklemeden odadan çıktı, acelesi var gibiydi. Benim yoktu.

     On dakika sonra geri dönüp, karşımdaki sandalyeye oturdu.
     "Bak bilâder," dedi, "patron sadece senin hâl ve tavrına bakar ve tahminim öylesine sohbet eder seninle. Ben işi biraz anlatayım. Eğer fırsatın olursa, sen konuya girer, bilgili olduğunu göstermeye çalışırsın."
     "Nasıl yani? Hiçbir bilgim yok bu işle ilgili benim!"
     "Dinle o zaman... Malları Tuzla ve İzmir'de fason yaptırıyoruz. Aşağıda bodrumda depo var. Siparişlerin yüzde kırka yakınını bavulla gönderiyoruz, diğer büyük bölümü ise karadan, resmi yoldan gidiyor. Araçlar dönüşte ham deri ve post getirir, buradan verdiğimiz siparişe uygun özellikte. Bavulla gidenlerin dörtte üçü orada çalıştığımız tüccarların mallarıdır, götürenler de onların adamları. Bunlar için sevkıyat onayı genel müdürden gelir. Diğerleri ise mal bedelini nakit öder, dolar olarak. Bunlar için muhasebe onayı yeterlidir, malı çıkabilirsin. Ayrıca bütün malların alanda cihazdan geçecek şekilde standart olarak paketlenmesi, alana taşınması ve uçağa teslimi de sende. Ama bunlar işin kolay kısmı, asıl hikâye araçla gönderdiğimiz mallarda. Bunlar oradaki depolarımıza gider, dönüşte de bildiğin gibi ham malzeme gelir. Eksik evrak ya da belge ile malın uyumsuzluğu, gümrükte canımıza okur, büyük masraf açar ve emin ol senin de canını sıkar. İşte, her şey bu bilgisayarda, buraya işlenir. Buna uygun yapacaksın ve gerisine karışmayacaksın. İş senden çıktıktan sonra bir sorun çıkarsa da, sana söylenene dek karışmayacaksın. Ha bilâder? Çok da zor değil herhalde..."
Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım ama onaylamam gerektiğini düşündüm. 
     "Herhalde zor değildir. Bu oda benim mi olacak?"
     "Hehe. Bir süre sonra bilâder, kısa bir süre sonra... Ha, bir de. Patron odasını pek kullanmaz, ortalarda gezer daha çok. Yukarıda dolaşırken kızların hiç birisine dikkatli bakma, kötü izlenim bırakabilirsin."
     "Kızlar mı??" Cevap vermeden, öylece yüzüme baktığını görünce toparlandım. "Tamam, sorun değil."
     "Haydi çıkalım, diğer ayrıntıları sonra anlatırım."

     Dördüncü kat her yönüyle farklıydı. Açık ofis şeklinde düzenlenmişti ve yerlerde gri bir halı vardı. Patronun ve genel müdürün odaları, üzerinde tavus kuşu resimleri olan buzlu bir camla ayrılmıştı. Etrafta başka tavus kuşları da vardı! Duvar kenarına dizili masalarda beş-altı civarında kuş, -ne kuşu, kuğu!- oturuyordu ve şöyle bir göz atınca, evet, iyiydiler!... Herifin neden odasında durmadığı kolayca anlaşılabiliyordu.

     Patron, odasına en yakın masada çalışan kızın masasına tünemiş, siyah kıvırcık saçlı adam olmalıydı, zîra görünürdeki tek erkek oydu. Bizi görür görmez ayağa kalktı ve elini uzattı.
     "Gel bakalım, gel!... Sen Burhan'ın sözünü ettiği arkadaşısın değil mi? Burhan benim yeğenim gibi oldu artık, çok severiz burada onu!..."
Tokalaştık. Diğer eli omzumdaydı ve kulunçlarıma masaj yapar gibi sıkıyordu. Ellilerinde, orta boylu, iyi giyimli biriydi. Tıraşı günlüktü, sakal ve bıyık yoktu yüzünde, bıyık bölgesindeki derinin daha açık renkli olması, kendince bir gençleşme çabasının ifadesi gibi göründü bana. İşkillendirici bir tarafı vardı ama anlayamamıştım henüz. Ve nedense sıcak bir karşılama töreni düzenliyordu benim için. Masadaki sarışına bakmamak için zor tutuyordum kendimi yine de.
     "Burhan Rusya'ya gidiyor. Süper bir yer yapıyoruz orada. Seni önerdi yerine. Ne dersin, yapabilecek misin?"
     "Sanırım efendim."
     "Kolaydır. Aklın başka yerde olmazsa tabii..."
Neyi kastettiğini anlamıştım. Cevap vermemeyi yeğledim.
     "Aklına ne kadar güvenirsin yeğenim?" Adamın yeğen ihtiyacı hayli belirgindi.
     "Duruma göre değişir efendim."
     "Bak hele... Peki dürüst bir çocuk musun?"
     "?... Bu da duruma göre değişir efendim." Adam beklediğimin dışında sorular soruyordu ve doğrusu çuvallamaya başlamıştım.
     "Bak yeğenim, eğer ruhun bayağı ise, yalancılık ve kurnazlıkla ulaşmak istediğin hedefe daha kolay varabilirsin. Yok değilse, istemesen de dürüst olursun zaten. Ve şansının dönmesini beklersin. Senin ruhun bayağı mı yeğenim?"
     "??... Sanmıyorum ama bilemiyorum efendim..."
Eğer bu bir iş görüşmesi ise, giderek çetrefilleşiyordu. Filozof ile tilmiz adayının konuşmasını andırır bir diyalog geçiyordu aramızda. Ama çok da kötü gitmiyordum galiba, yüzü asılmamıştı çünkü hâlâ. Üzerindeki imajımı güçlendirmem gerekiyordu sadece.
     "Ben," dedim, "deriden pek anlamam... Ama sayılarla aram fena değildir, bu işi becerebilirim galiba."
     "Bundan şüphem yok yeğenim. Burhan'a çok güvenirim ben... Şimdi çıkıyorum, akşama odanın yemeği var. Burhan seni buradakilerle tanıştırsın. Gerisini yarın sabah konuşuruz."

     Görünüşe göre işi almıştım. 



    Patron masadaki sarışına bir şeyler söyledi ve kapıya doğru yürüyüp gitti. Sarışın aşağıya telefon edip, arabanın hazır edilmesini istedi, sonra bize şöyle bir bakıp, hızlı adımlarla patronun odasına girdi. Burdur, kulağıma doğru eğildi.
     "Bu Katya," dedi alçak bir sesle. "Patronun asistanı. Acayip zekî kızdır. Eğer işlerin esas boyutunu patrondan bile fazla bir kişi biliyorsa, bu odur. Sonra konuşma fırsatın olur belki, gel bakalım şimdi."
Kalan masaları dolaştırdı ve diğer kızlarla tanıştırdı beni. Kuzeyin beyaz ışıkları... Güzel görünüyorlardı, soğuk görünüyorlardı ve mevsim yazdı neyse ki. Sormak zorunda kaldım.
     "Niye hiç Türk yok?"
     "Orada birlikte iş yaptığımız tüccarlar var demiştim sana. Bunların her biri oradaki bir tüccarla çalışır, onların temsilcisidir yani. Ayrıca âcil durumlarda bavul götürmeleri de gerekir bazen."
İşlerin her yerde bir düzeni vardı. Burada da böyle yürüyordu demek ki.

     Masaları dolaşırken, diğerlerinden farklı bir tanesine gözüm ilişti. Daha büyükçe, üzeri bir sürü kâğıt, evrak, vesaire ile dolu bir masaydı ve oturan yoktu. Burdur'a onu sordum.
     "Bu Anna'nın masası. Ürün güvenilirliği ona bağlıdır, bir tür kalite kontrol anlayacağın. Ayrıca dağıtım kanallarımız ve tahsîlat sorunlarımızla da ilgilenir. Şimdi muhtemelen depodadır, çıkacak siparişleri kontrol ediyordur. Gerek duyduğu her işe müdahale eder."
     "Bana bulaşmasın da."
     "Belli olmaz bilâder. Bu paspal takım elbise ve kravattan kurtulmazsan bulaşabilir de."
Burdur mesajı vermişti. Belki de kendime çeki düzen vermeliydim biraz, bir süredir kalite standardım düşmüştü çünkü. Ama belki de bunun için fazla vaktim yoktu.



 
     Bize doğru yürürken bir taraftan yanındaki ile konuşuyordu. Söylediklerinin duyulmasını ister gibiydi.
     "Burhan Bey bugün erken çıkamayacak anlaşılan. Çünkü Saşa'nın malı akşam uçağına yetişecek. Değil mi?"
Kısa boylu adam başıyla onaylarken, Burdur zoraki gülümsedi.
     "Hallederiz. Ama bundan sonra beni değil, onu uğraştırırsın böyle. Yeni sevkıyat sorumlusu o..." Beni işaret ediyordu parmağıyla.
     "Duydum, patron aşağıda söyledi. Merhaba. Ben Anna. Ne zaman başlıyorsun?"
Cevap vermedim. Elini uzattı, sıcak değildi eli. Ve gözleri de. Donuktular. Ama saçları... Uzun, kahverengi, düz, parlak...


   

     Bir hafta kadar Burdur'la birlikte çalıştık. Bir sürü paket yaptık, birkaç kez kızlarla birlikte alana gittik, bir kez de Tuzla'daki depodan kamyon çıkardık. Sandığım kadar karışık sayılmazdı aslında. Her parti için sözleşme ve taşıma senedi düzenlemek gerekiyordu. Özellikle taşıma senedi önemliydi, çünkü sözleşmeye konu olan eylemin kanıtı niteliğindeydi. Gönderilen malla ilgili bütün ayrıntılar ve daha bir çok şey eksiksiz olarak yazılıp iki nüsha olarak imzalanıyor, biri şoföre verilip malla birlikte gidiyor, diğeri bizde kalıyordu. Eksik ya da hatalı kayıt durumunda sorumluluk gönderene ait olduğundan, dikkatli olmak zorundaydık. Üstelik, güzergâh ve varış süresi gibi hususlarda son hatırlatmaları yaptığım sırada sinsice sırıtan şoförler, pek güven vermiyordu bana. Burdur, taşıyıcı firma ile uzun zamandır çalıştıklarını, şoförlerin de bu güzergâhın kurdu haline geldiklerini söylüyordu. Kurttan çok sırtlana benzeyen bu adamlara alışmam gerekiyordu anlaşılan.

     Ofiste de her şey yolunda gibiydi. Kapıdaki kızılla selâmlaşmaya başlamıştık örneğin Hatta bir defasında "nasılsınız," diye sordu, çok da umurundaymış gibi. Nadiren üst kata çıkabiliyordum, belki günde bir kez, o da kısa süreliğine. Zeminin altındaki iki kattan biri yemekhaneydi. Uzunlamasına dizilmiş masalar bir yana bırakılırsa, nerdeyse restoran gibiydi ve yemekler de iyiydi üstelik. Kızları daha ziyade orada görüyordum. Birkaçı cana yakındı, Elena ve Saşa mesela. Elena biraz balık etiydi, Saşa da tam tersi, fazla ince ve uzun. Pek konuşkan olmadığım dikkatlerinden kaçmamıştı ama bu onları fazla etkilememişti anlaşılan. Burdur'la yemek yerken gelip yanımıza oturuyorlar ve aralarında Rusça bir şeyler konuştuktan sonra garip sorular soruyorlardı. Nerede oturduğumu, neden bu kadar çok yoğurt yediğimi, kız arkadaşım olup olmadığını, saçlarımı neden kenardan ayırdığımı, akşamları ne yaptığımı... Niyetlerini anlıyordum tabii ama daha havamı bulamamıştım, uyum sürecindeydim hâlâ. Bu yüzden, Burdur cevaplıyordu soruların çoğunu.
 



     Patronla iki kez karşılaştık yalnızca, o da "nasıl gidiyor," gibisinden birkaç sorusuna "iyi sayılır," şeklinde cevap vermemden öteye gitmedi. Burdur genel müdürle de tanıştırdı ama adam tuhaftı, neredeyse hiç konuşmadı benimle. Odasından çıktığını görmek mümkün değildi pek. O da bütün işi Katya ile idare ediyor gibiydi. Ne zaman yukarı çıksak, Katya'yı ya odasına girerken, ya da çıkarken görüyorduk ve kapı aralığından bezgin yüzünü bir de. Burdur onunla aylardır konuşmadığını, talimat ve onayların Katya tarafından yazılıp ona imzalatıldığını söylüyordu. Bu gözlüklü ve kel kafalı adamı Katya'ya sormayı denedim birkaç kez ama kız ketumdu doğrusu, "Tahsin Bey biraz yoğun bu aralar," deyip geçiyordu. Kısa boylu sarışının ağzından sözcük almak zordu gerçekten de.

     Anna'ya gelince... Hiç konuşmadık onunla da, benden uzak duruyor gibiydi sanki. Birkaç kez yukarı çıktığımda göz göze geldik. Birinde hafifçe gülümsedi de, ama biraz alaycı bir gülümseme gibi geldi bana. Sade giyiniyordu, yüzüne makyaj yapmıyordu ve çok güzeldi bu haliyle. Yaşça benden küçük olmalıydı. Ama nedense, konuştuğu herkese karşı sert bir tarzı vardı. Kısa ve kesin cümleler kullanıyor, emir vermeyi iyi biliyordu. Emir alırken bile emir verir gibi görünmeyi becerebilenlerdendi. Onun gibileri sevmem aslında, belki de bu nedenle diğerlerinin iş disiplini olarak yorumladığı sertliği bana yeni yetme küstahlığı gibi görünüyordu. Belki de benim iş disiplini hakkında bir fikrimin olmaması böyle düşünmeme neden oluyordu, kim bilir.


     Sonra Burdur gitti. İçinde neredeyse bütün üniversite hayatımızın geçtiği evi boşalttı. Eşyaların bazılarını alabileceğimi söyledi ama teyzemin evinde pek yer olmadığı için formika çalışma masası ve şezlongu almakla yetindim. Geri kalanları bir kamyonete doldurduk ve kullanılmış eşya dükkânlarından birine sattık. Giderken çok heyecanlıydı Burdur. Ölmeden cennete gidiyormuş gibi hissediyordu kendisini neredeyse. "Çok iyi olacak bilâder bu benim için. Değişiklik olacak. Çok iyi olacak..." Böyle diyordu durmadan. Ben ise, insanların umdukları ile bulduklarının pek birbirine uymadığını fark edecek kadar yaşamıştım sanırım. Başımı sallayarak gülümsüyordum o bunları söylerken.

     Hayat fazla değişmedi Burdur gittikten sonra. Hayır, aslında çok değişti. Bilirsiniz, ara sıra birileri girer hayatınıza. Baş role soyunmaz onlar. Ama orada olduklarını bilmek sizin kendinizi iyi hissetmenizi sağlar. 'İyi ki var,' dersiniz içinizden, başınız dara girdiğinde yardıma geleceğini bilirsiniz çünkü. Belki hiç gelmeleri gerekmez orada oldukları sürece, ama yok oldular mıydı gerekir aksi gibi. Ben bunu hissettim işte Burdur gittiğinde, ama hissettirmedim ona tabii. Tamam, peki. Şimdi bir iktisatçı deyimi kullanacağım ona ithafen. Burdur'un marjinal değerinin farkına vardım gittiğinde; yeterince bilimsel bir itiraf oldu mu bu?

     Haftada bir ya da iki kamyon gönderiyordum. Hemen her gün valiz paketliyordum. Anna bir kattan öbürüne koşturup duruyordu ve ben sevkıyat zamanları dışında -bir de öğle yemeği tabii- odamdan dışarı çıkmıyordum. Elena ve Saşa çoktan ilgilenmeyi bırakmışlardı, pek bir numaram olmadığını anlamışlardı muhtemelen. Evdekilerin keyfi yerindeydi, bir işte çalışıyor olmam bile yeterliydi demek ki onlar için ve teyzem de çiçeklerini sulayıp sulamadığımı öğrenmek için arıyordu sadece. Böylece iki ay geride kaldı...




     Sonunda karşılaştım onunla. Sabahtan iki sevkıyat vardı alanda ve öğle yemeğinin sonuna yetişmiştim ancak. Birkaç kişi vardı içeride ve o da... Yemeği aldım ve gidip masada karşısına oturdum. Neden yaptığımı sormayın, yaptım işte. Sonlarına gelmişti, kalkmak üzereydi. Kafasını kaldırıp bana baktı.
     "Yoksun pek ortada?"
     "Sen de..." Konuşmadan iletişim kurarsak daha iyi anlaşabileceğimiz hissi uyandırıyordu bende.
     "Benim çok işim var bugünlerde."
     "Benim yok. Yapmam gerekeni yapmaya çalışıyorum sadece."
     "Yapman gerekeni mi?" Yeterince anlamamıştı. "Yapman gereken ne?"
     "Diğerleri. Yapmamam gerekenlerden arta kalanlar."
Kafası daha da karışmıştı, ben de farklı değildim aslında.
     "Seni anlamıyorum ben ama. Değişik konuşuyorsun hep."
     "Sen de değişiksin."
     "Ben değilim!"
     "Öyle diyorsan..."
     "Ama değişik bir rüya görüyorum son günlerde, onu anlatayım mı sana? Belki bir şey söylersin."
     "..."
     "Bak şimdi. Caddede yürüyorum, Cadde'ye benziyor sanki. Cadde'yi biliyorsun değil mi?"
Bunun neyi değiştireceğine emin olamadım. Öylece yüzüne bakmakla yetindim.
     "Şöyle. Elimde alışveriş torbaları var, çok fazla alışveriş yapmışım. Ama cadde bomboş! Bütün dükkânlar da kapalı! Ben tek başıma yürüyorum. Ne demek bu sence?"
     "Bilmiyorum..."
     "Hadi! Bir şey olmalı bu!..."
     "Bir keresinde...
     "Evet?..."
     "Bir keresinde, rüyâmda yerden on santim kadar havalandığımı ve istediğim yöne doğru dönüp, adım atmadan gidebildiğimi görmüştüm."
     "Eee?..."
     "Sonra uyandığımda denedim..."
     "??"
     "Ve başaramadım..."
     "Nasıl yani? Ne demek bu?"
     "Rahat ol, Cadde'deki dükkânlar kapanmayacak en azından."
     "Sen anlamıyorsun benim ne anlattığımı!"
     "Orası kesin... Sen de ama."


 
     Hepsi bu.

     Devam edeceğimi ve size bir tür aşk hikâyesi mi anlatacağımı sandınız?... Aslında anlattım sayılır, tamamını değilse de. Ya da başka bir hikâye anlattım belki, bilmiyorum tam olarak. En azından bir hikâye anlattım ama, onu biliyorum.


     İhtiyar sağ eliyle omzumu dürterken, sol elindeki sigaranın dumanı burnuma, oradan da beynime hücum etmekteydi. Birden uyandım.
     "Evlat, kalk artık. Ben eve gidiyorum. Tıraş makinesinin bütün güç devresini değiştirmek zorunda kaldım. Bundan sonra adaptörle çalıştırman gerekecek."
     "Hı?... Tamam..."
     "Hanım kız senin daldığını görünce, yandaki spor mağazasına gitti. Sana eşofman alacakmış. "Uyanınca söylersiniz ona," dedi."
     "Neden? Ben eşofman giymem ki..."
     "O da öyle dedi. Epey bir anlattı seni. Yaz-kış şortla dolaşıyormuşsun evde, gelenler yadırgıyormuş filan... Bu kış eşofman giyeceksin galiba evlat..."
     "Hah..."

     Tamir ücretini ödedim. Arka kısmına bantla adaptör kablosu eklenmiş tıraş makinemi aldım ve çıktım. Parayı verirken masanın üzerinden ayaklarının dibine baktığımda ne gördüğümü söylemeyeceğim... Dışarıda beni bekliyordu, elinde bir poşet vardı ve gülümsüyordu. Gülümsedim.




     Evet, işte yeniden aynı sokaktayım... Tıraş makinesi hâlâ çalışıyor ama eski Fischer yine bozuldu ve artık kime getirmem gerektiğini biliyorum. Hemen her şey bir yıl önceki gibi sanki; caddenin gürültüsü biraz daha fazla duyuluyor yalnızca, bir de toto bayii kapanmış. Yerine çiçekçi açılmış ve benim uğramam gerekmiyor...



 


Dahilî Müzik Yayını (*)

Şükran Ay - Dalgalandım da Duruldum
  
Albert Collins (w. Gary Moore)
- Cold Cold Feeling

(*) : Dahilî demekten maksat, oda fiyatına dahil manasına.