Rüyamda Onu Gördüm

     Sıkıntılı bir akşamdı. Hava çok sıcak ve nemliydi. Bunalıyordum. Televizyonu açtım. Newman ve Woodward'lı "The Long, Hot Summer" oynuyordu. Joanne hatırladığımın aksine ablak suratlıydı ve Paul yangın sahnesinde gözüme köpek yavrusu gibi göründü. Filmin konu olarak duruma katkısının olamayacağı açıktı. Kanalı değiştirdim. Memeleri, kalçaları ve dudaklarının bir kısmı yapay malzeme ile güçlendirilmiş bir kız, "Artık müziğimle bir yere gelmek istiyorum," diyordu. "Oyum senin," dedim ve cihazı kapatıp evden çıktım.
    

     Bir kilometre kadar yürüdüm. Cadde kalabalıktı. Önceden anlaşmış gibi, kimsenin yüzüne bakmadım ve kimse de benim yüzüme bakmadı. Bir büfenin önünde durdum. İçeride üç genç Cekiçen filmi seyrediyor ve birbirlerine el şakası yapıyorlardı. Bankoya yakın oturana doğru seslendim. Susamıştım ve dostça bir alışveriş olsun istiyordum.
     "Abim ordan bi fantatropik ver bakayım."
     "Hıı? O ne ya?"
     "Boşver abim."

     Serin bir kafe bulup oturmayı düşünüyordum. Birkaç tanesinin önünden geçtim. Çok kalabalıktılar. İçeri girmek istemedim. Bu akşam benim akşamım değildi. Eve dönmeye karar verdim.

     Yolu geri yürüdüm. Basamakları çıktım ve bitkin bir halde içeri girdim. Dolaptan bir bira çıkarıp, bardağa boşalttım. İçine iki parça buz atıp içtim ve yatağa uzandım. Sağa sola rahatsız dönüşler yaparken uyumuşum.

     VE ORADAYDI!... Parlak bir ışık demetinin tam ortasında, boşlukta duruyordu. Kalın gözlüklerinin arkasında, kurbağayı andıran gözlerini iyice kısmış, öylece bana bakıyordu. Kollarını (ya da bacaklarını, daha doğrusu tümünü birden) iki yana açmış bir halde ve hızla hareket ettirerek, havada asılı vaziyette bekliyordu. Neden sonra sağ elinde tuttuğu uzun ağızlığa takılı sigarasından derin bir nefes aldı.
     "Senin için buradayım," dedi. "Bu fırsatı kaçırmamalısın... Yarın senin günün olacak. Düşünme, sadece yap. BU FIRSATI KAÇIRMA!"
Kalın, güven veren bir ses tonuyla, tane tane konuşuyordu ve son cümledeki bir anlık hiddetlenmenin dışında hayli sakin görünüyordu. Ancak sorun şuydu ki, ben üzerinde durduğumuz konunun ne olduğunu anlamamıştım. Bir şeyler sormam gerektiğini biliyor, ama konuşamıyordum. Birden uyandım. Henüz gece yarısıydı. Terlemiştim. İki bardak limonata içip, bir sigara yaktım. Spor kanalında eski bir Becker-Courier maçı vardı. Becker servis voleleriyle daha etkiliydi ama Courier yeryüzünün en iyi "forehand"lerini vuruyordu. İki albinodan Clark Kent'e benzeyeniydi benim favorim.





      Her zamanki gibi bir gündü. Tek iyi tarafı, Cumartesi, yani tatil günü olmasıydı. Gördüğüm rüyanın etkisiyle uzun süre uyuyamamış, sabaha karşı dalmıştım. Yataktan kalktığımda saat on ikiydi. Kahve yaptım. Sigara yakıp, elimde fincan ve bir önceki günün gazetesiyle banyoya girdim. Bilenler bilir, sabah en zor olanıdır. Bir önceki gece ile yakından ilişkilidir. Ne ektiysen onu biçersin. Ayrıca beklentini iyi belirlemen gerekir. Bazen her şey yolunda gider, ki bu iyi bir gün olacağının habercisidir. O gün diğer her şey hakkında daha berrak düşünebilir, şanslıysan insanlık için önemli bir keşif bile yapabilirsin. Sıklıkla da problem çıkar. Ya konsantrasyon eksiktir, ya azim yetersizdir. Ya çok ses vardır etrafta, ya hiç yoktur. Büyük blok en kötüsüdür, kendini aşman gerekir. Bu tür durumlarda çözüm üretmek şarttır. Ben balonla uçuştaki yöntemi tercih ederim, sırayla safraları atarım yani. Önce kahveyi bırakırım, olmazsa sigarayı söndürürüm. En son gazeteyi gözden çıkarırım, ki genelde ona gerek kalmaz. Benim sıralamam böyledir. Bazen hiçbir şey sonuç vermeyebilir. Böyle durumlarda sakin olmak, sahayı sportmence terk etmeyi bilmek gerekir.

     Ama öyle olmadı. Tatminkâr bir "grande" oldu.

     İzleyen iki saat boyunca geceki rüyanın esrârını çözmeye çalıştım. Bu bana gönderilmiş bir işaret olmalıydı ve ben de bu işareti değerlendirmeliydim! Hayal gücümü sonuna dek zorladım... VE LOTO OYNAMAYA KARAR VERDİM!... Öyle ya, dün geceki rüyadan sonra 49 sayıdan 6'sını bilmek, benim için herkesten daha kolay olmalıydı. Bugüne dek hiç denememiştim, ama gün bugündü. Yazacaktım ve bitecekti... Hatta, sağlıklı düşününce, bir kolondan fazla oynamak bile gereksizdi. Rakamları belirlemeye başladım. İlkokul arkadaşım Doğan'ın okul numarası 16, uğurlu sayım 19, ilk millî maça çıktığım yaş 21, ağzımdaki diş adedi 29, Beefeater'ın alkol derecesi 40 ve... Altıncı sayıyı bulamıyordum!... Arkama yaslanıp, gözlerimi kapattım... Aklıma gelmiyordu! Büyük bir fiyaskoya doğru ilerliyordum! Hayatımın fırsatını bir sayı yüzünden kaçıracaktım!... İşte o anda gözüm, duvardaki rafta duran ince-uzun tahta tabağa ve onun hemen yanındaki tütsü paketine ilişti. "Welcome Means Swagatam," yazısının altında, aynı büyüklükte ve aynı harf karakteriyle "30" yazıyordu! Bu çöpleri saymak hiç aklıma gelmemişti, oysa Hintliler yıllardır benim için çalışıyordu! Gelecek yıl çıkacağım dünya turunda bu adamları bulup, yanaklarından öpmeye karar verdim. Artık muhteşem dizi tamamdı. Koşarak loto bayiine gittim. Numaraları bir çırpıda yazdım, sıraya girdim ve keçi sakallı adama verdim. Makine çalıştı ve içinden yeni bir kupon çıktı. OLDU, SİSTEMDEYDİM! Sıradan çıkarken, benden sonraki adama gülümseyerek küçük bir baş selâmı verdim; ne de olsa benim için çalışıyor sayılırdı.




     Artık yapmam gereken tek şey beklemekti. Saate baktım. Daha beş saat vardı. Böyle durumlarda beklemek tehlikeli olabilir. Abartılı harcama planları yapıp kendini kaybedebilirsin. Ya da daha kötüsü, fazla hayalci olduğunu düşünüp durumu sorgulayabilirsin. İkisine de fırsat vermemek gerekir. Ben de böyle düşündüm ve ofise uğramaya karar verdim. Oyalanacak bir şeyler bulabilirdim belki, hem belki de bu oraya son gidişim olacaktı. Arabaya atladım ve olabildiğince yavaş sürmeye dikkat ettim.

     Ofiste temizlik günüydü. Temizlik yapan kadınlar beni karşılarında görünce şaşırdılar, muhtemelen ilk kez karşılaşıyorduk çünkü. Odama çıktım, bir süre koltuğumda öylece oturdum. Bir-iki sigara içtim. Evrak havuzum yarıya kadar doluydu, yazışmalar vesaire. Asla tam dolu ya da boş olmamasına dikkat ederdim. Birinde hiçbir iş yapmadığın, öbüründe yapacak hiç işin kalmadığı anlaşılırdı. Birkaç tanesine baktım, sonra aynen yerlerine koydum. Queen'den ince hamurlu ve bol malzemeli pizza söyledim. Son dilimlerinde zorlanarak yedim ve sanırım yarım saat kadar kestirdim.

     Eve vardığımda çekilişe bir buçuk saat kalmıştı. Temiz ve kısa bir grandeden sonra, buzlu bir bira hazırlayıp televizyonun karşısına oturdum. Bir süre öylece oturdum. Sonra sıkılıp kanal değiştirmeye başladım. Bir saat boyunca kanal değiştirdim. Baktığım hiçbir şeyi görmüyordum. Sonunda!... ÇEKİLİŞ ZAMANI! Toplar, büyükçe bir silindirin içinde çatır çutur sesler çıkararak, zıplayıp durdular. İşin ucunda para olmasa, komik bir manzaraydı. Derken, uzunca bir tüp, topları sırayla ve uzay filmlerini andıran bir varyasyonla, cam küreden çıkarmaya başladı. Görülecek şeydi! Silindirden çıkan toplar, önüne set konmuş, eğikçe bir düzlemde yan yana diziliyorlardı.




     OLMADI... Bir tanesi hariç, hiçbiri benim sayılarım değildi. Beefeater tutturmuştu, ama diğerleri hikâye. Çöküş... Belki de kategorileri karıştırmamalıydım, yalnızca içkilerden yazmalıydım diye düşündüm. Bir yerde yanlış yapmıştım ve bunun ne olduğunu en iyi ihtimalle bu gece öğrenebilecektim. Dişlerimi yeniden saydım. Tütsü paketine 30 çöp koyan Hintlilere küfrettim ve Doğan'ı ilkokul kaydına götüren babasına da.


     Kaybetmenin hüzünlü sükûnetini sevmem. Bozuk asansöre aldırmadan dokuz kat merdiven çıkıp, yanlış binaya girdiğini fark etmek gibi bir şeydir. Bir an hiçbir şey duymak istemezsin. Bu haldeyken yapabileceğin en iyi şey uyumaktır... Uyumayı düşünürken telefon çaldı. Saat on bire geliyordu. Arayan Cabir'di. On yıl önceye kadar her gün birlikte olan iyi arkadaşlardık. Sonra araya uzun bir boşluk girdi. İş nedeniyle birkaç ay önce yeniden görüşmeye başladık ve o zamandan beri hemen her hafta bir kez birlikte takılıyorduk.
     "Ne yapıyorsun?"
     "Hiç."
     "Babaman'ın lobisine gelsene. İsmet Abi de burda. Yanımızda üç tane balık gibi hatun var! "
İsmet Abi'yi, Cabir'le takıldığımız akşamlardan birinde görmüş, ayak üstü konuşmuştuk. Pek hazzettiğim söylenemezdi. Ellili yaşlarda, sürekli kendini öven, kafasının iki yanında kalmış bir tutam saçını boyatıp üstten dolaştıran ve neyse ki para harcamayı seven bir tipti.
     "Gelmem şart mı?"
     "Gelsen iyi olur. Kızlarla biraz takılalım diyoruz. Müzik falan... İsmet Abi de gelsin diyor. Eğleniriz ha?"
     "Olur."
'Hayal kırıklığını atlatmak için değişiklik iyi gelir,' diye düşündüm. Arabaya atladım. Yirmi dakika sonra Babaman'ın otoparkındaydım.

     Onları lobide otururken bulmam zor olmadı. İsmet Abi'nin sesi ta giriş kapısından duyuluyordu. Yanlarında frapan giyimli üç kadın vardı. Otuzlarındaydılar. Bembeyaz kısa etekler, simsiyah uzun saçlar ve kıpkırmızı iri dudaklar... Ne var ki, içlerinden en şişmanı bana ayrılmıştı. Diğer ikisi fena değildiler ama benimkine balık diyebilmek için, balinanın memeli olduğunu bilmemek gerekiyordu! Olsun, yine de biraz oturabilirdim, belki eğlenceli bile olabilirdi...

     Bir saat kadar lâfladık, sıkıcı şeylerden söz ettik ya da bana sıkıcı geldi. On iki civarında kızların isteğiyle gece kulübüne geçtik. Ekip tuvalete uğradığı için kapıda biraz oyalanmamız gerekti ve bu süre bana, içerisi hakkında yeterli gözlem yapmak için fazlasıyla yetti. Kalabalıktı kulüp ve gürültülü bir müzik eşliğinde oynak bir fıstık, "benim aşkım yalan değil/senin sevdan az gelir/şimdi sıra sende/sonsuza kadar delir," şeklinde (ya da benim öyle anladığım) bir şarkı söylüyordu. Dokunaklı sözlerin ve baştan çıkarıcı ritmin büyüsüne kapılmış çoğunluk, masalarının çevresinde dans ediyordu. İsmet Abi'nin stili oturmak üzerine kurulu olduğu için oturmayı ve yerlerimizde sallanmayı tercih ettik; fena da olmadı doğrusu. Yarım saat sonra İsmet Abi çakırkeyif olmaya başladı. Sonunda -tuhaf bir tür hışımla- elini viskisine doğru atarken, nerdeyse bir karış ötedeki biramı devirmeyi başardı. Bardak yere düşüp kırıldı ve çiş kıvamındaki sıvı köpürerek diğer masalara doğru ilerlemeye başladı. Paspas bitene kadar geçen beş dakika süresince çevredeki dört masa ayaklarını havaya kaldırmak zorunda kaldı. Birkaç kadın bize doğru acıyan gözlerle baktı, herhalde birkaç erkek de küfretti. İsmet Abi aldırış etmedi ama, "bu masalar da ne kadar ufak, değil mi," deyip, omuz hareketleriyle müziğe eşlik etmeye ve boştaki eliyle de kızın bacaklarını okşamaya devam etti. Zaman ilerledikçe iyice sıkıldığımı düşünmeye başladım. Zorlu bir gün geçirmiştim ve nasıl biteceği belli bir gece için enerji harcamaya devam etmem gerekiyordu. Üstelik, ödülümün beni yutma tehlikesi vardı! Kendimden beklemediğim kadar ani bir kararla izin istedim, masadakilere iyi geceler dileyip, Cabir'e elimle 'telefonla görüşürüz,' işareti yaparak kalktım ve arkama bakmadan kapıya yöneldim.




     Otopark, ıssız ve karanlıktı. Etraftaki tek aydınlatma, bahçe kaldırımlarına cam tuğlalarla gömülmüş olan sarı ışıklardı. Arabamı güçlükle buldum. Kapıyı açıp koltuğa oturdum. Kapıyı kapattım, camları yarıya kadar açtım. Yorgundum. Başımı arkalığa yasladım. Birkaç dakika öylece kalmışım. Sağ taraftan ve çok yakınımdan gelen ani bir sesle gözümü açtım! Öksürükle hırıltı arasında, alçalıp yükselen bir sesti duyduğum. Kısa bir duraksamadan sonra pencereden etrafı süzmeye başladım. Fazla uzun sürmedi. BELÂ YANIBAŞIMDAYDI!...

     Sağ camdan bir buçuk araç genişliği kadar ileride, koyu renkli jumbo bir mersedes duruyordu. Sürücü kapısı açıktı ve aşağıda, arabanın yanında bir adam yatıyordu. Başını ve omuzlarını kapının köşesine dayamıştı. Şişmancaydı. Göğsü şiddetli, fakat düzensiz inip kalkıyordu. Bir metre kadar yan tarafında fırlayıp yan yatmış, valize benzer, ince ama büyükçe bir çanta vardı. Arada araç olmadığı için rahatça görebiliyordum. Birden yeni sesler işittim. Başımı hafifçe arka cama doğru çevirdim. İki adam, mersedesin birkaç metre gerisinde durmuş birbirleriyle konuşuyorlardı. İyice yaklaşıp yerde yatan diğerinin tam karşısına geldiler. Buruşuk, koyu renkli takım elbiseleri vardı, kravatsızdılar. Donmuş ve ön koltuklara iyice uzanmış bir halde, yalnızca bir gözümü sağ cama dayayarak bakabiliyordum. Uzun boylu olan, diğerine döndü.
     "Garanti olsun yine de," dedi.
Bel seviyesinde yere doğru sabit tuttukları silahlarını yerde yatana doğrulttular ve birer el ateş ettiler. Maytap fırlatırken çıkan sese benzer bir ses çıktı. Yerdeki adamın göğsü artık hareketsizdi. Uzun olan, 'bir gören var mı,' gibisinden arka tarafa doğru bakındı. Kısa boylu olan kenarda duran çantayı aldı, içine bir göz atıp koltukaltında sıkıca kavradı. Dış kapıya doğru uzaklaştılar...




     Bir iki dakika hareketsiz kaldım. Sonra yavaşça doğrulup, kapıyı açtım, arabadan indim. Etrafı kolaçan ederek, arabanın arkasından dolaştım, mersedese doğru ilerledim. Adamın gözleri yarı aralıktı, nefes almıyordu. Üzerinde kana bulanmış, çizgili bir tişört vardı. Lekelere bakılırsa göğsünden beş-altı kurşun girmiş olmalıydı. Yapılacak bir şey yok gibiydi, yapılmayacak tek şey ise, orada durup beklemekti. Hızlı adımlarla arabama döndüm, motoru çalıştırdım. Geri vitese alıp, cepten çıkmaya başladım. Dikkat çekmemek için ayağımı gaz pedalına hafifçe dayıyordum. Sağa doğru bir geri manevra ile park cebinden dar yola çıkmıştım ki, bir şey dikkatimi çekti. TAM ÇIKTIĞIM CEPTE BİR ÇANTA DAHA! Durumu kavramam zor olmadı. Adamda iki çanta vardı muhtemelen ve ilk kurşunlarla yere düştüğü sırada elinden fırlamış olmalıydılar. Bir tanesi kayarak benim arabanın altına kadar gelmişti ve buruşuk elbiseliler onu görmemişlerdi!... On beş-yirmi saniye kadar süren ama bana yarım saat gibi gelen bir tereddüt hali yaşadım. Ne yapacaktım? Tüymek en kolayı idi, ne var ki çantaya bakmaktan kendimi alamıyordum... Geceki rüyayı hatırladım.
     "DÜŞÜNME, SADECE YAP! BU FIRSATI KAÇIRMAMALISIN!..."
Kurbağanın bir bildiği olmalıydı! Bütün gün belki bu an için yaşanmıştı. Arabadan indim, koşarak çantayı aldım, yan koltuğa fırlattım ve basıp gittim. Eve varana kadar hiçbir şey düşünmedim.


     Sadece masa lâmbalarını açtım. İstemsiz bir panik durumu yaşıyordum. Televizyonun düğmesine bastım, kanalı önemsemedim. Hızla normale dönmem gerekiyordu. Hiçbir kötü olasılığı düşünmemeliydim. Biraz sakinleşince çantayı açmaya karar verdim. Kilidi kırmam gerekti ve EVET!... Kırmızı başlıklı kızlar karşımdaydı! Bir kısmı dağılmış haldeki desteleri toparlayıp saymak zaman alacaktı ama parlak kurbağanın haklı çıktığı kesindi. Şimdi bir duş, hatta epeydir yapmadığım türden bol köpüklü bir banyo iyi gelebilirdi. Televizyonun sesini duyabileceğim kadar açtım. Kendimi suyun akışına bıraktım.

     "... Bayındırlık Bakanlığı'nda sürdürülmekte olan Semiz Manda Operasyonu kapsamında hakkında tutuklama emri çıkarılan müteahhit Cemal Maraz, beş yıldızlı bir otelin otoparkında ölü bulundu. Şu anda olay yerinden elde edilen ilk görüntüler ekranlarınızda. ... Emniyet Müdürlüğü'nden yapılan açıklamada, Maraz'ın iki kişinin saldırısına uğradığı ve vücudundan aldığı dört kurşun yarası sonucu hayatını kaybettiği bildirildi. Ajanslara gelen diğer bilgilerde, ölen müteahhidin aracılık işinden kalan bir alacağını tahsil için gittiği otelden ayrılacağı sırada saldırıya uğradığı iddia ediliyor. Cemal Maraz'ın arabasında polis tarafından yapılan aramada paraya rastlanmadı. Polis, paranın saldırganlar tarafından alınmış olabileceği ihtimali üzerinde duruyor. Kanal G muhabirinin otel personeli ile yaptığı görüşmelerden edindiği sonuçlar çelişkili olmakla birlikte, Maraz'ın, elinde bir ya da iki çanta ile lobiden ayrıldığı sanılıyor. ..."





      Ne çok şey oluyordu hayatta, bildiğimiz ve bilmediğimiz. Aslında yaşam ve ölüm arasındaki fark, doğru ve yanlış arasındakine eşitti. Sorun, her yanlışın sonunda ölüm ve her doğrunun sonunda yaşam olmamasıydı belki de. Hatta bu yüzden, neyin doğru neyin yanlış olduğunun bile önemi kalmayabiliyordu. Ve hatta... Her neyse... İnsanları anlamak mümkün değildi. Ve işim: beni tüketiyordu, ilk fırsatta istifa etmeliydim. Ama şimdi, güzel bir Pazar sabahı başlıyor sayılırdı. Fisher'a bir plâk koydum ve hayata kaldığım yerden devam etmek üzere yatağa uzandım. Peter Criss, şefkatli bir sesle Beth'i söylüyordu: "... me and the boys will be playing, all night..."



Okuyucuya Dipnot:

     "Rüyada bit yavrusu (yavşak) görmek: Bulunduğunuz iş ve memuriyette durmadan ilerleyerek, en üstün mevkîler elde edeceğinize ve elinize bolca para geçeceğine işarettir."  
     Modern Rüya Tabirleri. Yazan: Enver Bolayır. Bolayır Yayınevi, İstanbul-1960.






Dahilî Müzik Yayını (*)

Kiss - Beth (1976)


Lulu - The Man Who Sold The World (w. David Bowie) (1974)


 (*): Dahilî demekten maksat, oda fiyatına dahil manasına.      
                                                                                                               

Hiç yorum yok: