yaşlı bir sokağın
en yaşlı binalarından birinde
oturuyordum o yıllarda ve
yaşlı bir troleybüs garajına
bakıyordu
yaşlı odalarımın
yaşlı camları.
galiba
hafiften
yaşlanıyordum...
hayat
galiba
hafiften
yaşlanıyordum...
hayat
hızlı ilerliyordu
ve ben de
ve ben de
onluk tabandan çıkmış,
ikiliğe geçmiştim çoktan.
bir hafta sonra,
10111'i bitirip,
11000 olacaktım.
kesinlikle
son hızla
yaşlanıyordum.
...
şartlar,
kısa
ya da uzun vadeli
düşünmeye
elverişli değildi.
aslında şartlar,
düşünmeye elverişli değildi.
durum değerlendirmesi
yapmaya,
karar almaya
ya da hüküm vermeye
elverişli değildi hiç.
zaman yoktu.
ya da
belki de
zaman,
yoktu.
...
ne olduğunu anlayamadığım
bir işte,
ne yaptığımı bilmeden çalışıyordum.
ya da
yalnızca
çalışıyordum
işte.
altıma
külüstür bir araba vermiş ve
“dolaş,” demişlerdi,
“sipariş al!”
ve ben, bir semtten diğerine,
bir müşteriden öbürüne
dolaşıyordum.
galiba
iyiden iyiye
dolaşıyordum...
yalnız, o ara birisi,
benim gidemeyeceğim kadar
uzağa gitti birdenbire ve ben de
biraz fazla
dolaştım:
iki gün boyunca,
hiç uyumadan
gidebileceğim kadar
uzağa gitmeye çalıştım,
bir şehirden diğerine
ve sonra diğerine.
dolaştım...
kimseye haber vermedim ve kimsenin
bu kadar dolaştığımdan
haberi olmadı.
...
külüstür,
son bir gayretle
binanın önündeki kaldırıma çıkıp
durduğunda
gece yarısıydı.
kapıyı açtım ve
indim.
aynı anda
karşı kaldırıma park etmiş,
beş serisi,
beyaz BMW’nin
kapısı açıldı
ve indi.
yorgun görünüyordu.
“iki gündür
yoktun,” dedi.
“ve anahtar...
her zamanki yerinde değildi...”
“bu arabaları
buraya getirmemelisin,” dedim.
alnını
enlemesine kateden
yara izinin altındaki
büyük ve
mavi gözlerinde
umursamaz bir bakış
belirdi.
“seri numarası
bugün değişti,”
dedi, gülerek.
“ama seninki
aynı,” dedim.
“ve tahminim,
listenin
başlarında olmalısın...”
“bak,” dedi,
“biraz fazla içmiş olabilirim.
ve hatta sarhoşum galiba.
beni
yukarı çıkarabilecek misin?”
“farkındayım,” dedim
elindeki bardağa bakarak.
“yalnız, onu bırakman gerek,
tabii
seri numarasını
değiştirmediysen.”
yeniden
güldü.
güzel bir
gülüşü vardı.
“hiç de değil,”
dedi, bardağı
göğsüne bastırarak.
“bunu almama
izin verdiler benim!”
sonra
gözlerini
gözlerime dikti.
“soruma cevap vermedin.
beni
yukarı çıkarabilecek misin?”
“bu çok zor,”
dedim,
“ama
evi kastediyorsan eğer,
evet...”
...
kapıyı açıp
holün ışığını yaktım.
“tamam, bırak,” dedi,
omzuma attığı kolunu
kurtarmaya çalışarak.
“kendim yürüyebilirim.”
sendeleyerek,
odanın kapısına doğru
birkaç adım attı koridorda.
“dikkat et,”
demeye
hazırlanıyordum ki ona,
dengesini
kaybedip,
boylu boyunca kapaklandı
gölgesinin üstüne.
tam düşerken
elindeki bardağı
ileriye fırlatmasından
anladım ki,
kendisi için
gerekli dersi
çıkarmıştı
hayattan
fazlasıyla.
yanına gidip
kaldırmaya çalıştım.
“bırak beni,”
dedi.
“sen git yat...”
“burada
uyuyamazsın,” dedim ona.
“içeri götürmeliyim seni.”
“camları
temizleyecek misin peki,”
diye sordu sessizce,
başını yerden kaldırmadan.
“öyle görünüyor,” dedim.
“gidemem o zaman,”
dedi.
“bırak beni
ya da gel sen de...”
ona baktım ve
“tamam,” dedim,
“ben de geliyorum.”
güçlükle
dizlerinin üstüne doğruldu.
kaşının üstü
hafifçe şişmeye başlamıştı,
yere çarpmış
olmalıydı.
kolunu omzuma attı,
ayağa kalktık ve
odaya yürüdük
yavaş adımlarla.
ertesi gün
dolaşacaktım yine.
ama o gece,
tabanlarımızda
cam kırıklarıyla
öylece uzandık yatağa
ikimiz de,
olmayan
gölgelerimizin
üstüne.
...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder