Birinci Hikâye: Sanki Bekliyor Gibiydi
"27 Mart Cuma sabahından hepinize günaydın sevgili izleyiciler... Günün haber başlıklarına geçmeden önce henüz işe gitmek üzere evden çıkmamış olanları uyaralım. Biliyorum, hepimiz artık bahar gelsin istiyoruz ama onun buna hiç niyeti yok gibi. İstanbul, tarihinin en soğuk Mart aylarından birini geçiriyor. Bugün de hava kapalı ve oldukça soğuk. Sıcaklık mevsim normallerinin dokuz derece, yanlış duymadınız tam dokuz derece altında! İlerleyen saatlerde sert rüzgâr hızını kaybetse de akşama doğru sulu kar bekleniyor. Aman tedbirli giyinin diyoruz... Ve araç kullanacak olanlar. Gece sıfırın bir hayli altına inen sıcaklık değerleri nedeniyle özellikle köprü ve viyadüklerde buzlanma oluşmuş durumda. Araçlarınızı kontrollü sürmenizi, kayma olasılığına karşı dikkatli olmanızı öneriyoruz... Evet sayın seyirciler şu anda arkadaşlarım uyarıyor, bağlantımız hazırmış. Özgehan Çelik birinci boğaz köprüsü Anadolu yakası yaklaşım viyadüğünde. Ondan son durumu öğrenelim hemen. Özgehan? Seni dinliyoruz…"
Yavaşça doğruldu. Gözlerini ovuşturarak televizyona baktı. Özgehan Çelik donmak üzereydi! Elini aşağıya doğru gelişigüzel sallandırıp yerdeki pakete uzandı. Kanepede sabahlamıştı, hâlâ akşamdan kalma sayılırdı ve görünüşe göre ev de öyle. Kız gideli nerdeyse iki hafta oluyordu. Kendisiyle yeterince ilgilenmediğini düşünüyordu galiba ve pasaklı sayılabilecek kadar düzensiz olduğunu ayrıca. Artık dayanamıyor olmalıydı ve aslına bakılırsa haklıydı da. Tabii başka şeyler de vardı muhtemelen ama onları kurcalamak pek işine gelmedi şu anda.
Sırtını salonun caddeye bakan camlarına verecek şekilde konumlandırdığı çalışma masasına oturdu. Yazarken dikkati dağılmasın diye öyle koymuştu masayı. Bilgisayar geceden beri açıktı. Sanki verdiği küçük molalar dışında durmadan ilerleyen bir yazarmış gibi bilgisayarın tüm ekran koruma ve güç ayarlarını kapatmış olduğundan monitör epey ısınmış durumdaydı. 'Kahve yapana dek biraz soğusa iyi olur,' diye düşünerek üstündeki yuvarlak düğmeye bastı. Ne garip. Neredeyse yazmadığı veya yazamadığı tüm zamanlarda açıktı bu cihaz ve tam yazacağı, daha doğrusu yazması gerektiği anda da kapalı. Beklenen uyum bir türlü sağlanamıyordu aralarında ve bu rutin yıllardır sürdüğüne göre kendisi de en az cihaz kadar kusurlu olmalıydı.
Elinde kahve ile yeniden karşısına oturup düğmeye bastığında taptaze bir 'klik' sesi geldi monitörün içinden. Ölü toprağını üzerinden atmıştı cihaz adeta, kendisi de biraz hareketlense iyi olurdu artık. Dergi akşama baskıya giriyordu ve daha yazılmış tek bir satır bile yoktu. Ekranın sol üst köşesindeki yüz gülümsemeye devam ediyordu, materyaller masanın üzerine yayılmış bekliyordu ama parmaklar tuşların üzerine bir türlü gidemiyordu. Bu tür durumlardan çıkmak için genellikle güçlü bir başlangıç cümlesi gerekirdi. Başlanmalı ve bir çırpıda bitirilmeliydi. Başkaları yapabiliyordu. En azından ilişkilerinde sıkça başına geliyordu, kendisi de yapabilirdi.
Masanın üzerindeki eski sayıları yeniden gözden geçirdi. Bir tanesinde karar kıldı. Koç burcuna başladı, bu aynı zamanda kendi burcuydu da.
"Uzun süredir kafanızı kurcalayan bir konu bu dönemde çözüme kavuşabilir. Tek yapmanız gereken, dostlarınızın işbirliği tekliflerini geri çevirmemek ve onlara güvenmek. Yapmayı düşündüğünüz şeyleri ertelemeyin..."
Hiç fena değildi. İyi başlamıştı. Şimdi bunun devamını getirmek gerekiyordu. Okuyanı hayatında bir şeyleri değiştirmeye itecek bir cümle eklemeliydi sonuna. On dakika kadar düşündü. Çıkmadı. Aklına elle tutulur bir cümle gelmiyordu. İlham perisi trafiğe takılmış olmalıydı. Kim bilir, birini şiir yazmaktan vazgeçirmeye çalışıyordu belki de. Birkaç okur mesajı yanıtlarsa -ki genellikle posta kutusunda birkaç tane olurdu- zihninin açılacağını düşündü...
Selim'in dergiye gönderdiklerine yazı demek güçtü aslında, onunkiler olsa olsa tefrika sayılabilirlerdi belki. İki yıl önce her bakımdan boşta olduğu dönemlerden birinde yakın bir arkadaşı ayarlamıştı işi. Okuyucu kitlesi hakkında kolayca tahminde bulunulabilecek türden bir haftalık magazin dergisinin astroloji köşesini kotarıyordu. Dergiyi alan herkesin en az bir bölümünü okuduğu ama asla tamamını okumadığı köşe yani. Buna üzülmek yersiz olurdu elbet, eğer hepsi aynı bölümü okuyor olsalardı. Ama ne yazık ki birileri vaktinde insan türünü on iki ana karaktere ayırmıştı ve buna inananlar, kendilerinin diğer on birinden anlamlı düzeyde farklı olduklarını sanıyorlardı. Belki de 'ben ve diğerleri' demekte zorlananların 'biz ve diğerleri' gibi makul sayılabilecek bir noktaya çekildikleri toplumsal rehabilitasyon alanıydı astroloji, kim bilir. Elbette egosu törpülenemeyenler için de bir şeyler düşünülmüştü, yükselen burçlar, biyoritm, vesaire. Bu gruptakilerin iflâh olması güçtü ama, sayfanın alt kısmında yanıtladığı okur mektuplarından biliyordu bunu. Başlığın hemen sağında yazılı e-posta adresine gelen mesajlarda, "İkizler burcuyum, yükselenim oğlak. Doğum tarihimi ve saatimi veriyorum, yeni bir aşka başlamak için uygun zaman mı sizce," benzeri sorular gönderenler çıkıyordu sıklıkla. Bu sorulara ilişkin de sağlam bir tezi vardı neyse ki. Çoğunlukla bireysel, periyodik olarak da dört sayıda bir dergiden cevap yazıyor ve "bu biraz da karşı tarafa bağlı olabilir. Somut biri varsa onun da bilgilerini gönderin, kesin sonuç vereyim," diye yanıtlıyordu öylelerini. "Ve lütfen unutmayın. Yalnızca artı ile artının çarpımı artı yapmaz, eksi ile eksinin çarpımı da artı yapar. Ama dikkat edin, çünkü artı ile eksinin çarpımı ise eksi sonuç verir..." Hah! Saçmalık. Ama matematiksel olarak bir sorun yoktu bu yanıtta. Sorun, aşkın dört işlemden hangisine dahil olduğundaydı yalnızca.
Astrolojiden hazzetmeyen birinin bu dalın inceliklerine vâkıf olması ve yazılarını engin bilgi dağarcığına dayanarak yazması da beklenemezdi doğal olarak. Açıkçası, biraz tuhaf bir yöntemi vardı burçları yorumlamakta kullandığı. Elinde bol miktarda, bir nevi aile yadigârı kabilinden, onlarca yıllık dergi stoku vardı. Ellilerin ve altmışların Hayat mecmuaları. Şöyle bir harmanlayıp, aralarından içinde bulunulan hafta ile aynı tarihli olanlarını ayıklıyor, o günlerin burç yorumları ile kendince mükemmele yakın karışımlar hazırlıyordu. Ama yargılamakta acele etmemek gerek, tam bir aşırma sayılmazdı yaptığı; her burç yorumunun sonuna bir cümle de kendinden ekliyordu zira. Öyle ya, yeteneğini ortaya koyduğu birkaç satır da olmalıydı yazının içinde, birilerinin kaderini tayin etme olasılığı bulunsa bile. Her neyse. Derginin okuyucu grubuna zihinsel anlamda daha fazla zarar vermesinin mümkün olmadığını düşündüğünden olsa gerek, genellikle fazla zorlanmıyordu yazarken. Ne var ki bazen edebi dürtülerinin ağır bastığı ve tıkandığı da oluyordu, örneğin bugün olduğu gibi.
Sayfasındaki formatın aynını bilgisayar ekranına da aktarmış, metinleri matbu form doldurur gibi bu ekran üzerinde yazıyordu. En üstte, mükemmele yakın bir gülümseme ile olumlu elektrik yayan bir adam ve hemen yanında da sayfanın başlığı; 'Behiç Bulut'la Sırlar ve Gerçekler'... Müthiş, neredeyse tamamı yalan olsa bile.
Bir kere resim kendi resmi değildi, yüzündeki ifadenin fazlasıyla sıradan olduğu kanısına varmıştı dergidekiler. Çerçevesiz gözlüklerinin gerisinden ciddi bakışlarını adeta okuyucuya dikmiş, baş ve işaret parmakları arasına alarak poz verdiği biçimli çenesini kendisine entelektüel hava veren sık bir sakalın çevrelediği, karizmatik bir tipi tercih etmişlerdi Behiç Bulut olarak. Zararı yoktu, isim de kendisine ait değildi nasılsa. 'Selim Bulut' da kayda değer bulunmamış olacak ki, soyadı ile baş harfleri aynı olacak şekilde 'Behiç' yapıvermişlerdi adını. Fena da olmamıştı, alışmıştı bile aslında; gerçek kimliğinin astroloji köşelerinde heba olmasını engelliyordu bir bakıma. Öte yandan hemen her gün yüz yüze geldiği bu görüntüde artık resim ve isim bütünleşmiş, ayrı bir gerçek kişiye dönüşmüştü sanki. Hatta soyadlarının aynı olması nedeniyle kardeşi ya da kuzeni filan gibi gelmeye başlamıştı Behiç kendisine. Ne ikili ama! Her sayının bitiminde "iyi işti," diyerek Behiç'i de tebrik ediyor, hatta dibinde son yudum kalmış bira şişesini onun da sağlığına kaldırıyordu. Evet, 'Sırlar ve Gerçekler'... Sayfanın içerik kalitesi ile alakası olmasa da bu resim ve başlıktaki tek doğru ifade buydu galiba.
Posta kutusunu açtı. 'Bakalım bugün kimler geleceğini bana havale etmiş...'
İlk mesaj dergidendi. "Sayfa nerde kaldı," şeklinde üç kelimeden ibaret. Her zamankilerden yani. İkinciyi açtı. Hidayete ermek üzere olan bir hanım okuru, malûm doğum bilgilerini verdikten sonra, "hacca gitmek için uygun zamanda mıyım," diye soruyor ve ekliyordu.
"Gelecek yıl biraz daha öne geliyor, o zaman da gidebilirim."
Üniversite sınavları arifesinde başarılı olup olamayacağını soranlara alışmıştı ama böylesine ilk kez rastlıyordu. Yanıt yazdığı takdirde yepyeni bir danışma servisini daha hizmete açmış olacaktı ve bir süredir ülkenin içinde bulunduğu politik iklim dikkate alınırsa hiç tekin olmayan bir konu başlığıydı bu. Silmeyi yeğledi. Üçüncü mesaj bir soru değil eleştiri içeriyordu daha çok. İnsan bir magazin dergisinde burcu hakkında okuduğu yoruma ne diye kızar da böyle bir mesaj yazar, anlamak mümkün değildi. Genç bir kızdı muhtemelen ve içerikten ziyade kaynağı sorguluyor gibiydi.
"Burcumla ilgili bu haftaki yorumunuzun son cümlesini Tantra hakkındaki bir kitaptan çalmışsınız. Yakaladım, yeni okumuştum çünkü," diyordu.
Olacak şey değildi!
'Şekerim o son cümle var ya, tüm burç yorumu içindeki tek özgün cümle," şeklinde yanıtlamayı düşündü önce ama pek de uygun bir yanıt gibi görünmedi gözüne, fazla düşünmeden sildi onu da. Okur kitlesini tatmin etmek güçtü. Sorun gelecekleri ile değil geçmişleri ile ilgiliydi belki de.
Bütün bunları düşünüyordu içinden son mesajı açarken ve neyse ki birkaç satırdan ibaretti yalnızca o da. Deniz adında bir kadın okuyucudan geliyordu ve 'selam' ya da 'merhaba' gibi normal bir giriş sözü yerine epey iç burkan bir cümleyle başlıyordu.
"Ruhumun derinliklerinde senden kopamadığım için varlığımı uzaklaştırmaya çalıştım. Ülkenin diğer ucuna gittim. Ama beni burada da rahat bırakmıyorsun. Ve ben artık dayanamıyorum... Bu sıkıntı daha fazla sürmemeli. Son sayıda senin de belirttiğin gibi 'perde kapanmalı' ve göreceksin kapanacak da. Çok geç değil yarın, hem de doğum günümden yalnızca bir gün önce. Böylece benden sonsuza dek kurtulmuş olacaksın, bence bazı okurların da öyle. Bu mesajı artık onlar için biraz daha güzel şeyler yazmanda sakınca kalmadığını bilmen için gönderiyorum yalnızca hoşçakal..."
Selim Bulut diplerde bir yerde olabilirdi belki ama sanatsal algılaması hâlâ yüksekte bir yazardı. Bir metnin içindeki incelikleri görememesi söz konusu olamazdı... Ve bu metinde hiçbir incelik yoktu. Bir dakika, belki küçük bir 'nokta' dışında!
Kadın mesajın sonundaki 'yalnızca' sözcüğünün önüne ya da arkasına koyması gereken 'noktayı' unutmuştu! Hayır, elbette unutmamıştı, kasten koymamıştı o noktayı. Böylece sözcüğü hem önündeki cümleyle, hem de ardından gelen 'hoşçakal'la ilişkilendiriyor ve muhatabına ok gibi saplanan bir final yapmış oluyordu; kendince tabii. Edebiyatta 'anjanbman' diye bilinen eski bir numaraydı bu ve Selim Bulut'un gözünden kaçması olanaksızdı... Ne var ki belki de mesajın içeriğinin kamçıladığı dedektiflik dürtüsü ile yakaladığı bu ilginç 'nokta' fazla da bir avantaj sağlamamış gibi geldi ona biraz daha düşündüğünde. Sonuçta kadın ima ettiği eylemi yapabilecek konumdaydı hâlâ. Son ruhsal durumu bir parça deşifre olsa da bu yakayı ele verdiği anlamına gelmiyordu daha. Selim Bulut, yanlış iz üzerinde olduğunu fark ederek mesajın devamına göz atmaya karar verdi.
Mesajın sonuna adresini de eklemişti Deniz Hanım ve görüldüğü kadarıyla fazla uzağa da gidememişti. Evet, aşağı yukarı ülkenin en güneyine ve en batısına inmişti ama ilk anda akla geldiği gibi tamamen ters yöndeki ucuna gitmeye cesaret edememişti anlaşılan. Ölmek için doğru zamanı kendisi belirlemek istiyordu herhalde. Her neyse.
Selim'in aklından geçen ilk düşünceler bunlardı aşağı yukarı. Neden sonra mesajı bir kez daha okumaya karar verdi ve asıl önemli noktayı atladığının farkına vardı! Eğer niyeti ciddiyse, bu kadın 'yarın' intihar etmeyi düşünüyordu! Üstüne üstlük bunu, dergi tarafından astroloji sayfasının sol üst köşesine resmi basılan adam (ya da tipi ona çok benzeyen başka bir adam) yüzünden yapıyordu. Kendi sayfasına geri dönüp resme tekrar baktı. Sanal kuzeni Behiç Bulut eskisi kadar pozitif enerji yüklü görünmedi gözüne.
Yatak odasına gidip komodinin üzerinden derginin son sayısını aldı. Merak içinde, 'acaba ne yazmışım da onu bu denli motive etmişim,' diye düşünerek hızla sayfayı açtı. İki gün sonra doğum günü olduğuna göre, 'Koç' olmalıydı o da. Aynı güruha mensuptular yani. Aralarındaki fark, kadının Nisan değil Mart doğumlu olmasıydı yalnızca. Ve tam isabet! Gönderdiği intihar ihbarnamesindeki 'perde kapanıyor' klişesini neredeyse birebir Selim'in yazdığı burç yorumundan almıştı Deniz Hanım. Hayatı boyunca okurlarına ilham veren bir yazar olmayı hayal etmişti Selim ve bir bakıma bu düşü gerçekleşiyor sayılırdı...
"Sizin için güç bir hafta. Her şeyin üstesinden gelemezsiniz. Eğer ışık sizin için fazlaysa perdelerinizi kapatmayı deneyin. En azından bir süreliğine..."
Selim'in kız arkadaşı evden gittikten hemen sonraki ruh hâlini yansıtan bir yorumdu bu aslında ve fena da sayılmazdı ama ne var ki Deniz son cümleyi dikkate almamışa benziyordu.
Salona geri döndü, gelen mesajı bir kez daha açtı, bir telefon numarası da yazmış mı diye bakmak için. Yoktu, adres vardı sadece. Metni yeniden okudu. Ne yapabileceğini düşündü. İlk seçenek, mesajı yanıtlayıp kendisinin sayfada resmi bulunan adamla bir ilgisi olmadığını açıklamak ve fikrini değiştirmesini ummaktı. Etkili olabilirdi ama bir garantisi de yoktu. Bugüne dek intihar üzerinde ne eylemsel, ne de kavramsal olarak kafa yormuştu. Dolayısıyla intihardan önce yapılacak son işler hakkında bilgi sahibi de değildi. İnternet abonelikleri iptal ettiriliyorsa mesela, mesaja yanıt vermek külliyen işe yaramazdı. Diğer seçenekleri gözünün önüne getirdi. Polisi haberdar edebilirdi. Veya basıp kendisi gidebilirdi. Bu kadar. Seçenekler bunlardı. İlki tam çözüm sağlamazdı, olacaksa yarınki girişimi önleyebilirdi ancak ve bir sonrakinde mesaj da atmazdı Deniz muhtemelen. İkincisiyse zor geldi pek çok bakımdan. Dünyanın yolunu gitmek ve dönmek değildi zorluk, tabii o da vardı ama kendi içinde bulunduğu ruhsal durum da göz önüne alınırsa asıl korktuğu, Deniz'in onu ikna edip ikili halinde intihar etmeleri olasılığıydı. Görünüşe göre bütün teknik veriler mesajı yanıtlamanın en doğru şey olduğunu söylüyordu. Belki o da bir cevap verirdi ve konuyu zamana yayma şansı ortaya çıkardı, neden olmasın?
Salona geri döndü, gelen mesajı bir kez daha açtı, bir telefon numarası da yazmış mı diye bakmak için. Yoktu, adres vardı sadece. Metni yeniden okudu. Ne yapabileceğini düşündü. İlk seçenek, mesajı yanıtlayıp kendisinin sayfada resmi bulunan adamla bir ilgisi olmadığını açıklamak ve fikrini değiştirmesini ummaktı. Etkili olabilirdi ama bir garantisi de yoktu. Bugüne dek intihar üzerinde ne eylemsel, ne de kavramsal olarak kafa yormuştu. Dolayısıyla intihardan önce yapılacak son işler hakkında bilgi sahibi de değildi. İnternet abonelikleri iptal ettiriliyorsa mesela, mesaja yanıt vermek külliyen işe yaramazdı. Diğer seçenekleri gözünün önüne getirdi. Polisi haberdar edebilirdi. Veya basıp kendisi gidebilirdi. Bu kadar. Seçenekler bunlardı. İlki tam çözüm sağlamazdı, olacaksa yarınki girişimi önleyebilirdi ancak ve bir sonrakinde mesaj da atmazdı Deniz muhtemelen. İkincisiyse zor geldi pek çok bakımdan. Dünyanın yolunu gitmek ve dönmek değildi zorluk, tabii o da vardı ama kendi içinde bulunduğu ruhsal durum da göz önüne alınırsa asıl korktuğu, Deniz'in onu ikna edip ikili halinde intihar etmeleri olasılığıydı. Görünüşe göre bütün teknik veriler mesajı yanıtlamanın en doğru şey olduğunu söylüyordu. Belki o da bir cevap verirdi ve konuyu zamana yayma şansı ortaya çıkardı, neden olmasın?
Selim Bulut bunları düşünürken kapının zili çaldı, kısa aralıklarla üç kez. O olmalıydı, tanıdık bir tarzda çalmıştı çünkü. Yavaş adımlarla kapıya doğru yürüdü. Kolu çevirip açtığında karşısında en yakın arkadaşı Nihat duruyordu.
Nihat'la arkadaşlıkları neredeyse on beş yıl geriye uzanıyordu. Az satan bir gazetede muhabir olarak aynı tarihte işe başlamışlar, tam bir yıl sonra ekonomik kriz sırasında yine birlikte işten kovulmuşlardı. O günden beri bağlantıyı hiç koparmamışlar, haftanın birkaç günü görüşmeye devam etmişlerdi. Zaman Nihat'a biraz daha fazla çalışmıştı ama. Selim, ilk başarısız denemenin ardından yazarlık plânlarını bir süreliğine rafa kaldırmak zorunda kalır ve reklamcılıktan buharlı ütü satıcılığına kadar bir sürü işte çalıştıktan sonra güç bela yazıyla ilgili bir işe dönebilirken, Nihat daha ilk kitabında turnayı gözünden vurmuş, son on yıl içinde çok satan dört roman daha yayınlamıştı. Ünü ülke sınırlarını aşmış sayılmazdı henüz ama muhtemelen o da olacaktı. Her romanında satış çıtasını bir öncekinde koyduğu noktanın ilerisine taşımayı başarıyordu. Olağanüstü bir çalışma disiplini ve yaratıcı bir özgüvene sahipti. Araştırma yapmayı seviyor ve biliyordu. Girift olay örgüleri ve uzmanlık derecesinde teknik bilgi ile donatılmış kitapları usta işi birer dil harikası gibiydiler. Onun da gerçek soyadı farklıydı, ne var ki Selim'in aksine o tamamen kendi tercihi doğrultusunda Nihat Nadir ismiyle imzalamayı yeğliyordu romanlarını ve hemen her yerde aynı adı kullanıyordu. Zevkli ve iyi giyinen, az ama öz konuşan bir yapısı vardı. Hakkını yememek gerek yalnız, kazandığı onca başarı ve üne rağmen kişiliğinde en küçük bir bozulma olmayan, tanıdığı 'nadir' kişilerdendi Nihat Nadir. Ona umursamaz bir görüntü veren fitilli kadife ceketinin altında kot pantolonu ve klas botlarıyla karşısında duruyordu işte.
Selim'in kendisine 'hoş geldin,' bile demeden, boş gözlerle baktığını görünce Nihat girdi söze.
"Erken geldim galiba. Kahvaltıya gidelim demiştik, unuttun mu yoksa?"
"Çalışmam lâzım," diye cevap verdi Selim, "sayfayı yetiştiremedim."
"Yapma be," diye çıkıştı Nihat. Kendisini görece rahat ve baskıdan uzak hissettiği zamanlar, Selim'le takıldıkları zamanlardı onun da. "Yardım ister misin?"
"Daha akşama kadar vaktim var. Hallederim herhalde," diye yanıtladı Selim.
Nihat burun deliklerini açarak birkaç hızlı nefes aldı.
"Dostum, burası ahır gibi kokuyor," dedi, "hiç olmazsa camı aç."
"Biliyorsun, geçen hafta gitti Beyza."
"Giderken oda spreyini bıraksa iyi olurdu," dedi Nihat gülerek, etrafa bakınırken.
"Yok, o duruyor. Köpeği götürdü sadece," diye cevap verdi Selim. "Fena da olmadı aslında, dışarı çıkarmak zor gelmeye başlamıştı." Durdu. Nihat'ın yüzünde anlam verememiş gibi bir ifade oluştuğunu görünce devam etmek zorunda kaldı. "Gitmeden önceki son iki gün iş için seyahatteydi biliyorsun. Ben de çıkarmamışım yine hayvanı. Uygun gördüğü yerlere yapmış bolca. Geri döndüğünde epey bozuldu, sonra giderken onu da alıp götürdü. Böyle işte."
"İyi ki götürmüş," şeklinde bir yorum geldi Nihat'tan. Selim'in suratının değiştiğini görünce bu kez o düzeltme gereği duydu. "Hayvan için iyi olmuş yani."
"Neyse," dedi Selim, "koku dediğin için anlattım sadece. Bu aralar ben de pek temizlik yapmak istemiyorum, anlarsın işte. Şu anda solumakta olduğumuz kokunun içinde onun kokusu da var sonuçta, ayırt etmek zor farkındayım ama."
Bu absürt gerekçe karşısında iyice şaşırmıştı Nihat.
"Selim," dedi. "Fena dağılmışsın oğlum sen. Biraz çeki düzen ver artık kendine. Dönecek diye hayal de kuruyorsundur şimdi. Dönmeyebilir dostum ve tamamen dağılırsın bak sonra. Toparlan bir an önce." Yeniden güldü. "Olur da geri gelirse, birkaç gün içinde normal hâline dönersin nasıl olsa."
"Merak etme. Geçiş sürecindeyim. Yavaş yavaş." Durdu. "Bak, ben çıkamayacağım galiba Nihat. Otursana. Açılmak için bir kahve daha yapacağım, sen de ister misin?"
'İçeyim bari,' der gibi başını salladı Nihat. Selim kaynatıcıya su koymak üzere mutfağa yöneldi.
Makinenin içindeki su yeterli gibiydi, neskafe poşetini bulmaya çalıştı. Mutfak bankosunun üstü, yıkanmayı bekleyen tabak ve tencereler de dahil olmak üzere bir sürü ıvır zıvırla doluydu, o kalabalıkta nerede olduğunu göremedi bir türlü. Neden sonra lavabonun yanında duran büyükçe pirinç kavanozunun arkasına düşmüş olduğunu fark etti. Yana doğru devrilmiş ve içindeki kahvenin büyük bölümü poşetin açık ucundan lavabonun içine dökülmüştü. Kalanı fincanlara paylaştırdı. Az geldiğini anlayınca kendi fincanını Nihat'ınkine boşalttı ve eline bir kaşık alıp lavabonun içine dökülenlerle yeniden tamamladı. İşte tam o anda -yaptığını bir gören olup olmadığını merak edercesine- istemsizce başını kaldırdı ve bakışları karşı apartmanın balkonunda çamaşır asmakta olan kızla karşılaştı. Tamamen içgüdüsel bir andı, en azından kendisi açısından. Ve kız için de pek bir anlamı yoktu anlaşılan, boş gözlerle bakıyordu çünkü. Beş-on saniyeliğine birbirlerini süzdüler ya da Selim süzdü yalnızca. Hafif kısa boyluydu, uzun, siyah saçları vardı. Kumralla esmer arası bir tene sahipti ve ifadesiz gözleri bir yana bırakılırsa güzel bile sayılabilirdi. Sonra aniden üşümüş gibi bir hareketle uzun yün hırkasının önünü kapattı kız ve başını çevirip içeri girdi. Yatak odasının perdesini çektiğini gördü onun Selim ve suyun kaynadığını haber veren sesi duydu aynı anda.
Döndüğünde Nihat'ı masaya oturmuş, sakin bir yüz ifadesiyle monitördeki mesajı okurken buldu. Arada bir gözlerini önünde açık durmakta olan dergiye kaydırıyor, sonra yeniden ekrana odaklanıyordu. Hiçbir şey söylemeden kahvesini masaya bıraktı. Neden sonra dönüp Selim'e baktı Nihat.
"İşi zor," dedi mırıldanır gibi.
"Anlayabildin mi durumun garipliğini," diye sordu Selim, kendi sayfasındaki resmi kastederek. Nihat Nadir'e böyle basit sorular sormanın yersiz olduğunu fark edip, hemen düzeltti sonra. "Anlamışsındır elbette."
Nihat kahveden bir yudum aldı.
"Seni uyarmıştım," dedi. "Terk edildin diye bütün burçları bunalıma itersen olacağı buydu."
"Boş versene," diye cevap verdi Selim. "Okuduğu burç yorumlarını eski sevgilisinin yazdığını sanıyor, kendini paralaması bu yüzden. Benimle hiç ilgisi yok."
"Öyle olsun. Ne yapmayı düşünüyorsun?"
"Seni uyarmıştım," dedi. "Terk edildin diye bütün burçları bunalıma itersen olacağı buydu."
"Boş versene," diye cevap verdi Selim. "Okuduğu burç yorumlarını eski sevgilisinin yazdığını sanıyor, kendini paralaması bu yüzden. Benimle hiç ilgisi yok."
"Öyle olsun. Ne yapmayı düşünüyorsun?"
"Pek bir şey yapamam. Seçenekleri şöyle bir gözden geçirdim. Cevap yazıp işin aslını açıklamaktan ve vazgeçmesini ummaktan başka yapabileceğim bir şey yok. Bir yerde kısmet demek lâzım, kader yani. Onun gibi bir şey işte."
"Mesaj atsan faydası olur mu ki sence? Sonuçta sayfada belirttiğin iletişim adresinden yanıtlamış oluyorsun. Sen tutup 'o resimdeki kişi ben değilim,' desen bile, o 'beni atlatmaya çalışıyor, takmıyor bile,' diye düşünecektir tahminim."
"Ne yapayım o zaman? Başka bir adresten mi cevap yazayım, bunu mu diyorsun? O zaman bir şey fark edecek mi, sonuçta onun attığı mesajı okumuş ve yanıtlamış olmuyor muyum yine de?"
Kısa bir süre duraksadı Nihat. Dilinin altında bir bakla var gibiydi.
"Neden kendin gitmeyi düşünmüyorsun? Adres de yazılı mesajda nasılsa. Hem biraz kafanı toplamış olursun."
"Onu da düşündüm. Ama imkânsız, gidemem. Şu anda altından kalkabileceğim bir durum değil bu. Gidersem her şey olabilir orada." Ekrana doğru bakarak gülümsedi. "Bana olumsuz örnek oluşturabilir yani." Sonra yeniden ciddileşti yüzü. Nihat'a döndü. "Hazır değilim, anlıyor musun? Üstelik ben ordayken Beyza'nın geri dönüp beni bulamama olasılığı da cabası."
"Selim! Giderek umutsuz vaka haline geliyorsun."
"Umutlu, umutsuz! Ben sen değilim ki Nihat, ne yapayım yani! Hem bu işler böyledir. Her şey birden normale dönmez. Kaçınılmaz süreç yaşanır. Yavaş yavaş dedim sana."
Verdiği tepkinin keskinliği Nihat'ın daha fazla üstelemesini engelledi. Birkaç dakika bir şey söylemedi Nihat. Televizyona bakarak oturdular karşılıklı. Sonra aniden elindeki fincanı masaya bıraktı ve ayağa kalktı.
"Ben gidebilirim," dedi. "İçimizden biri gitmeli ve ben gidebilirim. Eğer senin için sakıncası yoksa."
"Ciddi misin," diye sordu Selim.
"Evet. Beni bilirsin. Gitmeyi istiyorum bile hatta. Ayrıca..." Durdu. "Ayrıca annem de orada yaşıyor biliyorsun ve yıllar var ki görüşmüyoruz. Gidebilirim, evet!" Güldü. "Belki herkes için iyi olabilir bu ziyaret ha?"
"Sen bilirsin."
"Eve gidip birkaç şey alsam iyi olacak. Hemen bugün öğleden önce yola çıkarsam, geceye doğru orada olurum. Plânı erkene çekmezse bir şekilde ona ulaşırım diye düşünüyorum."
"Peki, nasıl engellemeyi umuyorsun?"
"Bunun yanıtını yolda bulacağım artık bir şekilde. Hatta belki de orada..."
Puslu ve soğuk İstanbul sabahının son saatlerinde beyaz renkli Volvo köprü üzerinde ilerlerken, denizi de binaları gibi griye bürünmüş yaşlı şehre yukarıdan baktı. Diskçalarda 'Şimdi Beni Nasıl Göreceksin' dönüyordu, aksak, eski bir Alice Cooper şarkısı ve Nihat Nadir geçmişin izlerine doğru sürüyordu. Kim bilir, belki de başkalarının geçmişinde kendi geleceğini arıyordu...
Neredeyse on saattir direksiyondaydı. Binalar yerlerini ağaçlara, sonra dağlara ve yine ağaçlara bıraktı. İlkbahar buralara daha yakındı. Birkaç kez uykusu gelir gibi olmuştu ama kolay atlattığını görünce devam etmeyi yeğlemişti, verdiği tek zorunlu mola dışında. Yol boyunca aralıklarla yağan yağmur akşamüstünden itibaren sağanağa dönüşmüş, havanın da kararmasıyla sürüş hızını iyiden iyiye düşürmüştü. Kuzeyden güneye ve sonra biraz da batıya doğru sekiz yüz kilometreye yakın araba sürmüştü. Yüzde doksanı bitmişti nerdeyse. Daha fazla devam edemeyeceğini düşündü. Bir ara vermeliydi, deponun da yeniden dolması gerekiyordu ayrıca. Yol kenarındaki istasyonlardan bol ışıklı birini seçti mola noktası olarak. İstasyonun korunaklı tavanının altında yavaşladı, markete en yakın olan benzin pompasına yanaştı. Yağmur istasyonun yüksek tavanına çarptıkça öylesine büyük bir gürültü çıkarıyordu ki kendisine doğru yaklaşan çocuktan depoyu doldurmasını işaretle istemek zorunda kaldı. Hava serindi ama soğuk da değil, ceketini giymeye gerek duymadı. Çocuk tabancayı benzin kapağına yanaştırırken birkaç kültürfizik hareketinin iyi geleceğini düşünerek arabanın arkasına dolandı. Karnı da açtı aslında ama hem sıcak yemek satan bir restoranı yoktu istasyonun, hem de yola koyulmak acil eylem plânına daha uygun göründü. Elinde markete ödeme yaparken aldığı birkaç paket çikolata ile bir kez daha oturdu koltuğa ve kapattı kapıyı. Binmeden önce aldığı son derin nefesi bir süre daha tuttuktan sonra bıraktı. Kontağı çevirip kaloriferi açtı ve buğulanan ön camın çözülmesini bekledi.
Son elli kilometre rahat geçti. Bir o kadar daha sürse, yarımadanın ucuna varıp denize dayanacaktı ve mecburen durmak zorunda kalacaktı zaten. Kasabanın girişindeki caddenin ilk ışıkları ile yol aydınlanmaya başladığında yağmur da dinmişti çoktan. Camı araladı, içeriye taze havanın girmesine izin verdi. Evlerin ışıkları da önündeydi şimdi. Neredeyse gece olmuştu ve hayat dinlenmeye çekilmişti artık. Bir taksi durağında kulübeye kapanmış, biten günün gazetesi ile oyalanan nöbetçi şoförleri gördü yalnızca geçtiği ana cadde boyunca. Biraz da içgüdü yardımıyla denize doğru ilerlerken geride bıraktığı boş caddenin yaz günlerindeki kıpırtılı hâlini gözünün önünde canlandırdı. 'Zamanı geldiğinde her yer ve her şey terk edilebiliyor,' diye düşündü.
Kasabanın merkezindeki İskele mahallesinde yavaş denebilecek bir hızda cadde boyunca sürüyordu. Zor kısma yaklaşmaktaydı. Büyük hata yapmak üzere olan bir kadın ve yaptığı büyük bir hatanın bedelini yıllardır süren yalnızlığı ile ödemekte olan diğeri onu bekliyor sayılırlardı, henüz farkında olmasalar da. Saate baktı, on ikiye geliyordu. Selim'in arkası yapışkanlı küçük not kâğıtlarından birine yazdığı adres, konsolun üzerinden kendisini süzüyordu adeta ama vakit geç olmuştu sanki. 'Bir gece daha bekleyebilirler,' diye geçirdi içinden, her ne kadar içlerinden birinin o geceyi atlatacağı kesin değilse de. Bir otel bulmaya karar verdi. Biraz daha ilerleyip, lobisinin turuncu renkli duvar apliklerini dışarıdan rahatlıkla seçebildiği birinin önünde durdu. Kapısında üç yıldızlı tabelasıyla Fauna Hotel en uygun yer gibi göründü gözüne.
Binanın hemen yanında, bir aracın güçlükle sığabileceği dar bir geçitle girilen küçük park yeri neredeyse tamamen dolmuş gibiydi. Daha bu mevsimde böylesi doluluk onu şaşırtmıştı. Arabayı görebildiği tek boş cebe yanaştırdı. Bagajdan küçük valizini alıp köşeyi döndü ve kapıya yöneldi. Resepsiyonda gençten, sarışın bir çocuk önündeki kâğıdı doldurmakla meşguldü. Bankoya yaklaştıkça yüzünü daha net seçmeye başladı. Hafifçe uzamış sarı sakallarının gündüz fark edilmesi bile güçtü herhalde ama şimdi arkadan vuran loş ışıkta parlıyorlardı adeta. Kasabanın bu saatlerdeki yalnızlığına tezat, her gece yeniden açan bir tür akşamsefası gibiydi çocuk, sabahı bekliyordu kapanmak için. Tam karşısında durup sordu.
"Boş odanız var mı?"
Çocuk kafasını önündeki kâğıttan kaldırıp dikkatle Nihat'ın yüzüne baktı, sonra omzuna doğru inip arkasında bir noktaya doğru yöneldi bakışları ve kısa bir turun ardından yine yüzüne odaklandı.
"Bir kişi misiniz?
Soru yeterince açıktı. En azından Nihat Nadir anlamıştı neyi kastettiğini.
"Öyle gibi."
"Bir gece için mi?"
O anda yanıtını veremeyeceği asıl soru buydu, vermeye çalışmadı zaten.
Birinci kattaki odanın kapısını açıp ışıkları yaktı. Valizi yatağın üzerine fırlattı. Lavaboya gidip yüzünü yıkadı ve saçlarını geriye doğru düzelterek aşağı indi. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve karnı açtı. "Pek bir şey yok," dedi çocuk ama istiyorsa akşamdan kalanlarla bir tabak hazırlayabilirdi onun için. "İyi olur," diye yanıtladı. Çocuk, bir tabak makarna, birkaç köfte, içindeki yeşillikler çoktan havlu atmış biraz salata ve iki dilim ekmekle döndüğünde lobideki televizyonun karşısında uyuklamak üzereydi. "Bir dakika," dedi yeniden resepsiyona yönelen çocuğa, "bir adres sormam gerekiyor, sabah erkenden bulmalıyım da." Ceketinin cebinden çıkardığı açık sarı renkli kâğıdı gösterdi. Çocuk elini uzatıp aldı ve yarım dakika kadar baktı kâğıda.
"İsmi tanımıyorum," dedi, "ama sokağı az çok biliyorum. Yukarıya, çarşıya doğru yürüyün. Turistik bir pazar yeri göreceksiniz, yapısından anlarsınız. Apartmanı orada sorun, tarif ederler size."
Nihat başını salladı 'sağ ol,' anlamında.
"Yemeğin yanında bir şey ister misiniz içecek," diye sordu çocuk.
"Bira olabilir, varsa tabii."
"Elbette. İsterseniz ayrıca su da getirebilirim, gece oda servisimiz yok çünkü."
Oda servisinin gece boyunca iyi hâsılat bırakabileceği türden bir otele benziyordu oysa. İşletme politikalarını gözden geçirmeleri şart gibiydi.
"Gerekli değil. İhtiyacım olmayacak."
Ertesi gün kendiliğinden uyandığında saat dokuzu geçiyordu ve arada bir gelen çocuk gürültüleri dışında etrafta neredeyse hiç ses yoktu. Telefonun alarmı çalmış olmalıydı, uykusu da hafif sayılırdı aslında ama yorgunluk ağır basmıştı demek ki. Motor ve korna sesleri ile uyanmaya alışmanın yarattığı boşluk duygusunu çabucak üstünden atıp yüzünü yıkadı ve hızla giyinip aşağı indi. Geceki çocuk hâlâ bankonun arkasındaydı. Odanın anahtarını üstüne bırakmak üzere hızlı adımlarla bankoya doğru yürüdü.
"Kahvaltı," diye sordu çocuk, kısık bir sesle.
'Vaktim yok,' der gibi başını salladı. Kapıya doğru birkaç adım atmıştı ki, çocuk bir kez daha seslendi arkasından.
"Odayı boşaltıyor musunuz, yoksa bir gece daha kalacak mısınız?"
"Buradayım şimdilik, ama istersen ödeme yapabilirim."
"Hayır, gerek yok," dedi çocuk ve saygılı bir tonda ekledi, "diğer aktivitelerden faydalanmak isterseniz akşama kadar haber verin lütfen."
Bu otelde herkesin aklında aynı şey var gibiydi sanki, kim bilir belki de Mart ayıydı nedeni.
Açık ve temiz bir gökyüzüne çıktı, güneşli bir gün başlıyordu. Kapının dışında kısa bir süre etrafa bakındı, geceleyin yarım yamalak algıladığı siluetin gerçek görünümüne alışabilmek için ya da tersi, emin olamadı tam olarak. Araba park yerinde tek başınaydı, gecenin aksine bomboştu etrafı. 'Burada gün erken başlıyor belli ki," dedi içinden, "ya da gece erken bitiyor..." Sağ taraf, kuzey yönü canlı gibiydi. Sokağın çıkışını ve caddeyi görebiliyordu. Sol taraf, güneye ise sessizlik hâkimdi, uzaktan deniz duyulabiliyordu yalnızca. Adresi gösterdiğinde çocuğun söylediği cümleyi anımsadı. "Yürüyün," demişti çocuk, belki de bir bildiği vardı. Çarşının dar sokaklarında kaybolmasından mı korkmuştu acaba? Arabayı bırakıp yürümeye karar verdi.
Hızlı tempoda on dakika kadar yürüdü. Turistik pazar yeri uzaktan görününce adımlarını sıklaştırdı. Tam önüne geldiğinde kısa bir süre durakladı. Dört cephesindeki büyük giriş kapıları ortadaki geniş avluya açılan, dış yüzeyleri kırmızı tuğla kaplı, ikişer katlı dükkânlarla çevrelenmiş yapıyı kabataslak inceledi. Yapışkanlı kenarına cebindeki kumaş tüyü parçalarının toplandığı adres kâğıdını çıkardı. Kesin tarif yaptırabileceği birini bulmalıydı. Turist pazarındakilerin önceliğinin bir şeyler satmaya çalışmak olacağını varsayıp, çarşının karşı köşesinde, sokağın girişindeki markette karar kıldı. Etrafın genel canlılığına zıt bir hâli vardı marketin. Tozlu camları ve yarı boş rafları ile basbayağı eski bakkallara benziyordu aslında. İki ucunda meşrubat markalarının logoları bulunan genişçe tabelası ise gerçek durumu değil, bir temenniyi yansıtıyordu sanki. Tam kapıdan giriyordu ki içeriden koşarak çıkan iki ufaklıktan birini kucağında buldu. Çarpışma denemezdi manzaraya pek, daha ziyade delip geçmeye çalışmıştı çocuk onu. Kısa bir sendelemenin ardından düşmesin diye omuzlarından yakaladığı ufaklığı bıraktı. Hafifçe uyarmayı düşündü önce ama diğerinin kayıtsız bir ifadeyle kendisini süzdüğünü görünce vazgeçti. Yedi yaşlarında olmalıydılar, ağızlarında çevirmeye çalıştıkları kocaman sakızları ile sevimli bir pervasızlık akıyordu suratlarından ve tıpkı kapıdan çıktıkları gibi yuvarlanıyorlardı kendilerini bekleyen hayata doğru. İçeriye girdi.
Önceden iştigal edilmiş başka bir işten kalma gibi görünen, üstüne kalın cam kestirilmiş ve içerisinin toplam yüzölçümüne göre epey büyük sayılabilecek masanın gerisinde kırk yaşlarında bir adam -ki muhtemelen 'marketin' sahibiydi- bilgisayardaki tuhaf bir araba yarışı oyununa fena sardırmış gibiydi. Masaya en fazla bir adım kala durdu.
"Bir adres soracaktım," dedi.
Adam gözlerini kirli bilgisayar ekranından ayırmadan yanıtladı.
"Buyur abi."
Garip bir durumdu. Bazıları vardır, yaşları ilerlemeye devam eder ama kendileri belli bir anda sabitler sayacı. Tesadüfen mi olmuştur, yoksa hayattan en çok zevk aldıkları an mıdır bilinmez pek. Onlar yaşamın günlük olağan seyri içinde kendilerinden daha yaşlı insanlarla karşılaşma sıklıklarının azaldığını bu andan itibaren fark etmezler. Hatta zamanın aktığını bile fark etmezler bazen. Hayatta yapmayı umdukları şeylerin büyük bölümünü yapamamış durumdadırlar çoğunlukla. Ama belli bir yerinde durdurdukları için zamanı, plân yapmayı da sürdürürler hâlâ. Bu marazi durum bir süre sonra öyle bir noktaya ulaşır ki kendilerinden daha gençlere karşı da aşırı hürmetkâr davranmaya, hatta bir zaman sonra da onlara 'abi' diye hitap etmeye başladıkları görülür. Hayat bir süre böyle devam eder. Sonunda bir gün gerçeğin farkına varırlar. Ama artık çok geç olmuştur. Etraflarındaki her şey birden şekil değiştirmeye, nesnel boyutlarını geri kazanmaya başlar. Yaşamları (yani geri kalanı), iç karartan bir gerçekliğin olanca çıplaklığı ile bir sonraki hamleyi beklemektedir kendilerinden. Ama ne yapmaları gerektiğini bile kestiremezler çoğu kez. Bekleyerek ama beklentisiz geçmesi gereken bir süreç. Şanslıysalar kendilerinin içinde bulunduğundan daha küçük bir akvaryum ve birkaç küçük balık edinirler. Bu onlara hem olanı kabullenme, hem de devam edebilme gücü verir.
Tam karşısında oyun oynamakta olan adamın birebir aynı süreçten geçeceğini öngörmek güçtü elbette. Muhtemelen bir gün eski bilgisayar kilitlenecek, ömrünü tamamlamış işlemci ile birlikte yarış arabaları da stop edecekti. Yenisini almak için ödeyeceği rakamı öğrendiğinde ise büyük olasılıkla toptancıya olan açık hesabını kapamayı tercih edecekti. Ama eğer mevzu gerçekten de böyle gelişirse, bu kez birinci senaryo da olumlu yönde değişeceğinden, borçlarını hafifletmenin verdiği moralle özgüveni yükselen adam -artık ortada oyun oynayacağı bir bilgisayar da kalmadığı için- işine dört elle sarılacak ve dükkânını tabelanın hakkını veren büyükçe bir markete bile dönüştürebilecekti. Bu senaryoda artık kapıdan her içeri girene 'abi' demeyi de bırakacağı için balıklara da gerek kalmayacaktı. Sanki bir mucize gibi görünüyordu ama her şey bir işlemcinin paydos demesine bakardı.
Yine de köklü bir değişim beklememek daha doğru olurdu. Beynindeki teybi geri sardı, adamın geleceğini yeniden gözünün önüne getirdi. Süpermarketin üst katındaki bol mobilyalı odayı görür, son model oyun konsolundan yayılan motor gürültülerini duyar gibi oldu.
Bu sırada her ne kadar bilinçli bir şekilde zihninden uzak tutmaya çalışıyor olsa da talihsiz bir intihar girişiminin önüne geçmek için en fazla birkaç saati kalmıştı. Adresi tarif etmesini umduğu adam ise kafasında tuhaf gelecek senaryoları belirmesine neden olacak kadar uzun bir süredir bilgisayarla oynuyordu.
Nihat Nadir'in sessiz bekleyişi sonunda etkili oldu, şampiyon yarışçı küçük masa hoparlörünün düğmesini sola çevirip kafasını ekrandan kaldırdı. Nihat'a dönerek birkaç dakika önceki cümlesini tekrarladı. Bu kez iki sözcüğün yerleri ile oynayarak yaptığı küçük değişiklik, 'kusura bakmayın,' demeye çalıştığı gibi bir izlenim uyandırdı Nihat'ta.
"Abi buyur."
Nihat da bilgisayara bakmaktan vazgeçip gözlerini adama kaydırdı. Suratındaki sevimli ifadeyi görünce balıkların gerekeceğine emin oldu. Ya da bir ihtimal tavukların, kasaba ortamına daha uygun bir figür olarak.
"Bir adres arıyorum," dedi, "belki de tanıyorsunuzdur," Elindeki kâğıda baktı. "Adı Deniz Ertuğ. İşte. Burada." Kâğıdı adama uzattı.
Adam eline almadan, karşıdan inceledi kağıdı. Sanki evrenin sırrını açıklayacakmış gibi bir poz takındı. Gözlerini kısarak epeyce bekledi.
"Valla abi," dedi sonra, "bu isim pek tanıdık gelmedi be..."
Nihat Nadir için gün zor geçeceğe benziyordu. Neyse ki çabuk toparladı adam.
"Ama Doğan apartmanı hemen şurda, yan sokağa gir, üç bina ileride. Daireyi kendin bulursun artık."
Üçüncü kat yedi numaralı dairenin kapısında bir süre durdu. İçeriyi dinledi. Mutfaktan tabak sesi geliyordu, sanki biri bulaşık makinesini boşaltıyor gibiydi. Son saatler için gereksiz bir eylem olarak göründü Nihat'a. Zili çalmaya karar verdi. Kısa aralıklarla üç kez düğmeye dokundu eli. Bekledi. Eğer bu iki tarafın da haberdar olduğu bir buluşma olsaydı, en önemli on beş saniye idi belki. Zira bu kısa zaman diliminde girilecek ruhsal durum çoğunlukla kaderini etkilerdi randevunun. Neyse ki öyle değildi, bu yüzden önemsemedi.
Kapı açıldı ve karşısındaydı. Göğüs hizasında iki eliyle destekleyerek tuttuğu kahve fincanının otuz santim üzerinde bir çift kahverengi göz. Üzerinde açık mavi renkte, havludan yapılma bir sabahlık vardı. En fazla otuzunda olmalıydı, belki yoktu bile. Bir yetmiş civarı boy, koyu kahverengi saçlar, pembe beyaz bir ten. Bu klişeden pek hazzetmezdi Nihat ama doğrusu ya, ölmek için fazla güzeldi...
Bir süre konuşmadan durdular, neden sonra kız bozdu sessizliği.
"Kimi aradınız?"
Hemen cevap veremedi Nihat, zili çaldıktan sonraki on beş saniyeyi boşa harcamasının cezasını çekiyordu.
"Sizi sanırım," diyebildi.
"Beni mi?" Şaşırmıştı. "Neden?"
Kekeler gibi tekleyerek yanıt verdi Nihat.
"Dün yazdığınız mesaj... Behiç'e yazdığınız yani... Korkuttunuz bizi."
Bir anda gözleri büyüdü kızın, şaşkınlığı iyice artmış gibiydi.
"Behiç?"
"Behiç Bulut..."
Büyükçe ağzını çevreleyen dudaklarında hafif ve biraz da buruk bir gülümseme belirdi kızın.
"İsim bulma konusunda yaratıcıdır. Sizi o mu gönderdi?"
"Evet! Bir bakıma yani."
"Kendisi cesaret edemedi gelmeye değil mi?"
"Gelecekti aslında. Ama biraz yoğun bir dönemdeydi şu ara, kafası karışıktı epey. Ben teklif ettim ona, 'ben gideyim,' dedim."
"Arkadaşı mısınız onun?"
"Sayılır."
"Yakın arkadaşı mı?"
'Öyle,' anlamında başını salladı bu kez Nihat.
"Uzun süredir mi tanışıyorsunuz? Kendi yerine gönderebilecek kadar yakın bir arkadaşı olduğunu bilmiyordum doğrusu."
"Açıkçası çok da eski değil tanışıklığımız. Ama artık dostu gibi oldum herhalde."
"O zaman biliyorsunuzdur."
"Neyi?"
"Bizi."
Kısa bir süre duraksadı Nihat.
"Bunları pek konuşmayız, anlatmaz fazla. Bilirsiniz içine kapanıktır biraz."
"Pek değildir aslında. Neyse, belki şimdi öyle olmuştur."
"Sadece bir süre önce ayrıldığınızı biliyorum. Ve sizin için endişelendiğini bir de."
"O süre iki yıl! Ve beni terk etmişti bir de!"
"Doğru, haklısınız. Yalnızca daha uygun bir dille ifade etmeye çalışıyordum."
"Terk edilmek daha uygun bir dille nasıl ifade edilebilir ki..."
Kız beklediğinden zorlu çıkacağa benziyordu.
"Yine haklısınız galiba."
Bir duraklama daha oldu. Meraklı bir ifade belirmişti yüzünde kızın. Bu kez sesini alçaltarak sordu.
"Bu kadar yolu benim için mi teptiniz?"
"Kişisel olarak almayın diyeceğim ama sanırım bu beni iyice dibe çekecek."
Gülümsedi, bu seferki tatlı bile sayılabilirdi.
"Dediğim gibi, korkuttunuz bizi. Mesajda yazdığınızı yapmak gibi bir niyetiniz yok ya?"
Zoraki gibi görünen bir kahkaha attı kız.
"Merak etmeyin, yok tabii ki."
"Eminsiniz değil mi?"
"Aklımdan bile geçmedi."
"Niye öyle yazdınız o zaman?"
"Bilmiyorum..." Duraksadı. "Hayır, nedeni belli aslında değil mi? Adresimi de yazdığıma göre yani..."
Nihat Nadir yorum yapmamayı tercih etti. Kız durgunlaşır gibi oldu yeniden. Bakışlarını Nihat'ın omzuna ve sonra biraz sağa kaydırdı. Orada olmayan biriyle konuşur gibiydi.
"Önemsemesini, yanıma gelmesini istedim. Sonradan pişman olmadım değil öyle yazdığıma. Ama bir mesaj daha atsam, benim blöf yaparak onu buraya getirmeye çalıştığımı anlayacaktı. Ve bir gün gelecektiyse bile vazgeçecekti artık. Bir tür hasta olduğumu düşünecekti. Bunu göze alamadım, anlarsın ya..."
"Önemsemesini, yanıma gelmesini istedim. Sonradan pişman olmadım değil öyle yazdığıma. Ama bir mesaj daha atsam, benim blöf yaparak onu buraya getirmeye çalıştığımı anlayacaktı. Ve bir gün gelecektiyse bile vazgeçecekti artık. Bir tür hasta olduğumu düşünecekti. Bunu göze alamadım, anlarsın ya..."
Tam da bu esnada ikinci tekil şahıs zamirine geçmesi dikkatini çekti Nihat'ın. Kısa bir sessizlik oldu.
"Pekâlâ. Sanırım gitme vakti. Umarım bulursun onu." (Behiç Bulut'u Bulmak?)
"Kimi?"
"Mutluluğu yani. Mutluluğu kastettim. Ya da huzur, hangisini arıyorsan. Umarım yeniden mutlu olursun. İyi olduğunu söylerim ona."
'Hoşça kal,' demek için elini uzattı. Bir süre havada asılı kaldı el, kızın isteksizce uzattığı eliyle buluştu sonra. Belli belirsiz bir temastı aslında ama sıcaklığı hissetmesine yetti Nihat'ın. Birbirlerinin ellerini bıraktıklarında süre dolmuş, dilinin ucundaki tek sözcükten ibaret ayrılık cümlesini söyleyememişti. Arkasını dönüp asansöre yöneldi.
"Seni tanıyorum," dedi kız, "bende kitapların var."
'Sahi mi,' der gibi bir ifadeyle gülümsedi geri dönerek.
"Ben Deniz," dedi ve elini uzattı kız.
"Ben Nihat."
Az önceki ikili yeniden buluştu. Bu kez mükemmel kenetlendiler, uzay taşıtlarınınki gibi nerdeyse. Atmosferin dışındaydılar ve büyük olasılıkla ikinci bir şansları olmayacaktı.
"Kahve," dedi fincanı gösterip Deniz, "içer misin?"
Cevap vermedi Nihat, gülümsedi sadece. Dışarıdakiler için belki serin bir Mart sabahıydı ama içeridekiler için ılık saatler başlıyordu...
Küçük, hoş bir daireydi. Nihat'ın şimdiye dek karşılaştıklarına benzemiyordu pek, ne zaman kullanıldıkları ya da ne işe yaradıkları bir türlü anlaşılamayan onlarca şeyle dolu olanlara. Fazladan tek bir eşya ya da mobilya görmek mümkün değildi. Duvarlardaki çerçeveler hariç. Çok sayıda resim vardı duvarlarda ve hemen hepsi aynı konu üstüneydi bir bakıma. Lâmbalar... Tavan lâmbaları, masa lâmbaları, aplikler, avizeler... Aslında ilginçti, özgün bir sanat anlayışını yansıttığı ortadaydı ve ışığın neden fazla geldiği de kıza.
"Kahveyi mutfakta içelim mi," dedi Deniz. "Kahvaltı hazırlamayı düşünüyordum, belki sen de yapmamışsındır daha?"
'Hayır,' diyemedi Nihat. Acıktığının farkına vardı, bir şey yolunda gidiyorsa mutlaka acıkılır... Başlangıçta Deniz'den konuştular daha çok. Civardaki bol yıldızlı bir otelde turist rehberi olarak çalışıyordu, uluslararası bir zincirin bölgedeki halkalarından biriydi otel. Malûm ayrılıktan sonra gelmişti buraya İstanbul'dan ve dönmeyi düşünmüyor gibiydi pek. Deniz'in son iki yıllık hikâyesindeki küçük taşlardan geçmişe uzanan bir merdiven kurmaya çalışıyordu Nihat ister istemez. Belki de bir tür meslek hastalığıydı, Selim'in astroloji sayfasında resmi duran adamla ilişkisi tanımlayamadığı bir merak uyandırıyordu onda, ince ayrıntılar değil elbette. Pek bir şey anlayamadı ne yazık ki, not tutabiliyor olsa ileride çözmenin mümkün olacağını düşündü sadece.
Kahvaltıyı salondaki masada yaptılar. Kızarmış ekmek, tereyağı, bal. Bir de mantarlı omlet. Mantarlı omlete bayılırdı Nihat ama Deniz'in yemek işinde pek de iyi olduğu söylenemezdi. Bu yüzden, biraz da yüzsüzlük yapıp yarısında devraldı aşçılık görevini. Nihat Nadir'in romanlarından konuştular bu kez. Çoğunlukla Deniz konuştu yine, Nihat ise araya girip ufak saptamalar yapmakla yetindi. Başka bir yazarın kitapları hakkında sohbet eden iki okur gibiydiler adeta. Deniz, Nihat'ın kitaplarındaki bazı bölümlerin tepeden inmeci bir anlayışı yansıttığını düşünüyordu. Ona göre, Nihat'ın romanlarındaki baş karakterler, içinden çıkılması güç olayları çözme sürecinde adeta bir kutunun kilidini açtığı ve kendince zafer kazandığı her bölümün sonunda kinayeli bir dille küstahlaşıyor ve okura kendi doğrularını dayatmaya çalışıyordu.
"Buna hakkın olmadığını biliyorsun değil mi," diye sordu Nihat'a.
"Neye hakkım olduğunu bilmiyorum," diye yanıtladı Nihat.
İşaret parmağını Nihat'a doğrultarak ve gözlerini onun gözlerine dikerek bir kahkaha attı Deniz. Sevimliydi o hali.
"Bak işte! Kitaplarındaki tarzı sergiliyorsun yine!"
"Nasıl yani, sana bir şey mi dayatıyorum şimdi ben? Sadece cevap hakkımı kullandım!"
"Ama öyle bir cevap veriyorsun ki eleştirimi sürdürmemi engelliyorsun! Verdiğin cevap, bende yaptığım eleştirinin yüzeysel olduğu düşüncesini uyandırmayı hedefliyor. Ve bu kötücül bir tarz."
"İlgisi yok. Farkında değilsen diye söylüyorum, görüş açıklamak görüş dayatmak değildir. Bir kişinin görüşlerine katılmıyorsan onu televizyonda izlemezsin, kitaplarını okumazsın, hatta onunla konuşmazsın bile; istersen yani. Ama şayet onunla konuşuyorsan, yalnızca kendi karşıt görüşünle konuşursun, onun görüşünü ifade etme tarzını yargılayamazsın. Aksi takdirde asıl dayatmacı sen olursun. Bilmiyorum, anlatabildim mi?" Durakladı. "Sözün özü, eleştirini sürdürüp sürdürememen tümüyle senin sorunun..."
Deniz'in yüzü asıldı aniden, gözlerindeki canlı ifade yerini hayal kırıklığına bırakır gibi oldu. 'Biraz sert oldu galiba,' diye geçirdi içinden Nihat, 'ya da erken.'
"Zaten son iki romanını yarım bıraktım," dedi kısık sesle Deniz.
"Senin bileceğin iş," diye yanıtladı Nihat. Yüzünü salonun penceresine doğru çevirdi. Sattığı ürün bozuk çıktığı için müşterisi tarafından geri getirilen bir satıcı gibi hissetti kendini.
"Kısıtlıyordu yazdıkların beni, anlıyor musun," diye devam etti Deniz.
Sessizce yanıtlayan Nihat oldu bu kez.
"Ben tam tersini yaptığımı sanmıştım."
Yaklaşım olarak haksız buluyordu aslında Deniz'i ama içeriğe bakınca kabul etmeliydi ki, şimdiye kadar duyduğu eleştiriler içinde iyilerindendi. Birkaç dakika konuşmadılar. Sonra birden sertçe vurdu Nihat'ın omzuna Deniz.
"Hey, sonra her birinin sonunu arkadaşlarımdan öğrendim ama."
Gözlerine bakıp gülümsedi, sonra bakışlarını kaçırıp başını yavaşça ters yöne doğru salladı Nihat. Gönül alma konusunda da yetenekliydi sanki Deniz.
Kahvaltıdan sonra bir süre karşılıklı oturdular. Birer kahve daha koydular. Birkaç dakika geçmişti ki Deniz ayağa fırladı aniden.
"Sana bir şeyler göstermek istiyorum," dedi.
Kitaplığa doğru yürüdü. Yeşil renkli bir cilt çekip aldı, daha ziyade bir albüme benziyordu. Kanepeye, yanına oturup dizlerinin üstüne koyduğunda gördü, bir pul albümüydü. Ne var ki kapağı çevirmesi ile birlikte fotoğraf saklamakta kullanıldığını anladı.
"Belki birkaç eski fotoğrafını görmek istersin onun."
Tuhaf bir durumdu. En yakın arkadaşının derginin birinde müstear isimle hazırladığı astroloji köşesinin en üstünde yer alan fotoğraftaki adama çok benzeyen, hiç tanımadığı ve muhtemelen de hiç tanışmayacağı birinin eski kız arkadaşı, kendisini sığınacak liman olarak görmeye başlamıştı sanki ve işin kötüsü, bu adamın yakın bir dostuymuş gibi davranmaya da devam etmek zorundaydı Nihat. Bir hata yapmakta olduğunu fark ederse oyundan o anda ayrılabilir insan. Ama bir yalana başladıysa devam eder genellikle, ta ki yalan oyundan ayrılana dek.
Nihat Nadir, fırtına, gemi, liman üçlüsünde liman olmaktan pek memnun değildi elbette ama gördüğü kadarıyla gemi olmak daha kötüydü. Sayfalar dönerken fırtınanın gerçek boyutunu kavramaya çalıştı. Açıkçası pek de büyük görünmedi gözüne, her zamanki gibi gemi zayıftı anlaşılan yine...
Baktıkları her resim için mutlaka bir yorum yapıyordu Deniz.
"Bak, burada Kaş'ta teknedeyiz. İşte burada da duşta yakaladım onu, ne kadar doğal görünüyor değil mi?"
Doğrusu adam oldukça doğaldı resimde ama bu slayt gösterisi giderek tuhaflaşmaya başlamıştı Nihat için. Bir yandan kendisini terk eden sevgilisini unutamadığı her halinden belli olan bu kıza şefkatle karışık bir hoşgörü duygusuyla yaklaşıyor ve resimlere bakmaya devam ediyordu ama öbür yandan son birkaç saati düşününce, Deniz'in şu anda yaptığını adeta halefle selefi kaynaştırıp, 'haydi arkadaş olun şimdi,' demek gibi algılıyor ve bu durum canını sıkıyordu. 'Ama biz zaten arkadaşız bu adamla,' diye düşündü sonra, 'en azından Deniz'in gözünde.' Büyük bir kusur bulamadı kızın yaptığında. 'Yine de hoşlanmayacağımı hesap edebilirdi,' diye geçirdi içinden sadece. Belki de pul defterleri intikam almaya başlamışlardı erkeklerden, kim bilir.
Nerdeyse yarım saat böyle geçti. Doğal olarak Nihat için pek muteber bir paylaşım olduğu söylenemezdi. Yalnızca tek başına çektirilmiş bir fotoğraf hoşuna gitti albümde, Deniz'in tek başına olduğu elbette. Bir bar ya da gece kulübü olmalıydı. Şahane bakmıştı kameraya. Nihat, "bu gerçekten iyiymiş," deyince, "alabilirsin istersen," dedi Deniz, "o elbiseyi sevmiyorum." Belki gerçekten öyleydi, belki de geri döndüğünde fotoğrafı namı diğer Behiç Bulut'a vereceğini düşünerek almasını istemişti kız ama bunun kendisine özel olduğunu düşünmek daha fazla işine geldi Nihat'ın. Çaresiz iyimserlik...
Defterin arka kapağı nihayet göründüğünde aklında kalan tek şey, Selim'in astroloji sayfasındaki fotoğrafın adamın en güzel hali olduğu idi, diğerlerini belleğinde bir an bile tutmamıştı çünkü Nihat. Öte yandan 'Nadir' ise daha adını bile öğrenemediği esrarengiz dostları hakkında giz perdesini aralayacak veriler toplamaya çalıştı bu zaman diliminde. "Bak, bu içinde bulunduğun durum beni hiç ilgilendirmiyor. Ben yalnızca senin takma ikinci adınım," der gibiydi Nihat'a.
Zaman ilerlemiş, öğleden sonranın ilk saatleri olmuştu. Sözler neredeyse tükenmek üzereydi. Birbirini tanımayan iki insanın ilk buluşması için çok konuşmuş bile sayılabilirlerdi, birbirini iyi tanıyan iki insanın skorunu çoktan geçmişlerdi meselâ. Deniz ayağa kalkıp mutfağa yöneldi ve iki birayla geri döndü. Birini Nihat'a uzattı. Kumandayı alıp televizyonun açma tuşuna bastı. Bu tuşa eninde sonunda basılır, o yüzden ne kadar çabuk olursa o kadar iyidir. Ücretli kanalda hafta sonlarına özgü romantik bir film başlamıştı, gerçekçi ve derin, yüreğe hitap eden cinsten. Ama haksızlık etmemeli, bir kibrittir çoğunlukla vaat ettiği bu filmlerin ve sözlerini bugüne dek hep tutmuşlardır. Belki tartışılabilir olan, kıvılcımı ateşleyen sahneden sonrasının zaruri olup olmadığıdır. Bunun haklı bir kuşku olduğuna bir kez daha emin oldu Nihat, beklenen sahne gelip dudakları Deniz'le buluştuğunda.
Akşam yaklaşırken hâlâ kanepede uzanmış haldeydiler. Madde değil bir tür idealar evrenindeydiler sanki. Yeterince dokunmuş, sarılmış ve öpüşmüşlerdi, sırada madde evreni tek başına kalmıştı. Sağ eli, hafifçe üstüne devrilmiş durumda yatan kızın sol elinin üstünde dolaşmaya devam ediyordu. Belki de uyuyordu Deniz, saçlarından yüzünü göremediği için anlaması güçtü. Rahatsız etmemeye çalışarak yavaşça doğruldu, ayağa kalktı. Deniz gözlerini açtı, hafifçe esnedi gerinirken. Belki de istemsiz olarak sabahlığının yakasını düzeltme gereği duydu onu ayakta görünce. Ne söyleyeceğine karar verememiş gibi baktı kıza. Yalnız kalıp düşünmesi için daha geç olmadan bir şans vermekti Deniz'e niyeti. Ayrıca yapması gereken bir ziyaret daha vardı.
"Gitmeliyim."
"Nereye?"
"Söylemeyi unuttum sana, fırsat olmadı aslında."
"Neyi?"
"Annem... Çok uzun yıllardır görüşmedik. Burada yaşıyor."
"Sahi mi??"
"Evet. Gidip görmeliyim onu."
"Şimdi mi gideceksin?"
"Belki bir yemek yeriz karşılıklı. Sonra duruma göre ararım seni."
"Yarın gitsen?"
"Bak, açıkçası bu kadar kalmayı plânlamıyordum. Yarın dönmem lâzım. Pazartesi bir fuara katılmam gerek."
"Yarın gitsen?"
Reddetmek zordu. Kaldı.
Yakında bir yerden pizza söylediler ve şarap açtılar. Güzel bir akşam yemeğiydi. Bu kez kontrolü ele alma ve diğerinin üstüne gitme sırası Nihat'a geçmişti. Gönderdiği mesajdaki ağdalı dili alaya aldı bolca. Önce "bilerek öyle yazdım," gerekçesinin ardına sığınmaya çalıştı Deniz ama sonra kendisi de kahkahayla güldü 'sonsuza dek kurtulmak' deyimine. Gülünmeyecek gibi değildi, sonsuza dek kim kurtulabilirdi? Nihat, bütün gün üstünden çıkarmadığı sabahlığıyla dalga geçti sonra, "sana büyük geliyor, birilerinden kalma sanki," diye taş atmayı da ihmal etmeden. Deniz aldırmadı ama.
Ertesi sabah uyandıklarında saat ona yaklaşıyordu. Bir süre zamanın tadını çıkardılar. Sonra "kahvaltıya gidelim mi," diye sordu Deniz. İtiraz etmedi. Limanda bir kafeye gittiler. Hava kapalı ve soğuktu biraz, güneş bulutların arkasındaydı ve göstermeye niyetli görünmüyordu kendini. İçeride oturdular. Masadaki gazetelere göz gezdirdiler. Kahvaltı bitiminde Deniz kalıp bir kahve daha içmek için ısrar etti. Nihat içeriden sıkılmıştı.
"Sahile yürüyelim," dedi, "açık havada içeriz. Üşür müsün?"
"Tamam," dedi Deniz bu kez ve kalktılar.
Sahile doğru yürürlerken, Nihat kulübe türü küçük gazete bayilerinden birini gördü kaldırımda. Selim'in burç yazdığı derginin yeni sayısını almak için yönelir gibi oldu ilk anda. Ama bunun pek de iyi bir fikir olmadığını fark edip vazgeçti hemen. Hatta aynı şey Deniz'in de aklına gelmesin diye tam ters yöne, olmayan bir nesneye odaklanmış gibi numara yaptı.
Sahildeki kafeterya daha sıradan bir yerdi. Plastik sandalye ve masalar, lekeli örtüler. Belki biraz da bu nedenle ama daha ziyade soğuk havanın etkisiyle olsa gerek birkaç kişi ya var, ya yoktu. Daha onlar yaklaşırken ileriden fark etmiş olan garson, koşarak geldi yanlarına. Gençten, esmer bir çocuktu. Bir şey söylemeden öylece başlarında dikilip bekleyince, Nihat sormak zorunda kaldı.
"Sıcak olarak ne var içebileceğimiz?"
"Çay, adaçayı, neskafe..."
Dönüp Deniz'e baktı. Deniz kendisinden bir cevap beklendiğini anlamazdan gelir gibi sordu.
"Sen ne içiyorsun?"
"Türk kahvesi olabilir mi?" Çocuğun dilinin ucunda beklettiği aşikâr diğer soruya mahal vermemeye çalışıyordu Nihat.
"Olabilir," dedi garson.
"O zaman sade bana, süvari olsun mümkünse."
Sonra 'karar verdin mi," der gibi Deniz'e baktı.
"Ben neskafe alayım."
Türk kahvesi tercihinin Deniz'e de ilham vereceğini sanmış, ama yanılmıştı. Garsonun kaçınılmaz sorusuna sıra geldiğinde ağzıyla "playback" yapmaktan kendini alamadı.
"Sade, sütlü?..."
"Sütlü olsun!"
Nihat'ın uzamaya başlayan sakallarını hafiften kaşır gibi yaparak kendisine baktığını görünce yüksek sesle bir kahkaha attı Deniz ve sordu.
"Ne?? Ne var??"
Bir kadının kahkaha atarak sorduğu herhangi bir soru, dünyadaki tüm diğer soruların cevabı olabilir.
Yarım saat daha oturdular ve sonra kalkıp ta eski iskeleye kadar yürüdüler. Sonra aynı güzergâhtan geri döndüler, sarmaş dolaş, el ele. Son bir yürüyüşle eve vardıklarında vakit akşamüstüne yaklaşıyordu. Deniz dünden kalan şaraptan birer kadeh doldurup, yemek hazırlığına girişti. Dondurucudaki bir şeyleri kızartmayı önerdi ve izin vermek pek riskli görünmedi Nihat'a. Salona geçip eski kitaplarından birini aldı eline. Kendi yazdıklarına göz gezdirmekten keyif aldığı 'nadir' anlardan biriydi. Ne var ki fazla uzun sürmedi, Deniz'in sesi duyuldu mutfaktan az sonra.
"Buraya bakabilir misin? Pişmiş midir sence, nasıl seversin bilmiyorum, sonra becerememiş olmak da istemiyorum."
Mutfağa gitti. Deniz çatalıyla kopardığı küçük parçanın bir kısmını ısırırken, kalanını Nihat'a uzattı. Çatal dudağına yaklaşırken ihtiyatla üfledi Nihat.
"Biraz daha var bence."
Sonrasında salona geri dönmedi, canı mutfakta Deniz'le kalmak istedi. Ve birkaç dakika içinde o talihsiz soru geldi Deniz'den, galiba ertelenen bir soruydu bu aynı zamanda.
"Düşünüyorum da... Buraya geldiğinden beri onu aramadın ve o da aramadı seni. Bu durumda... Merak etmiş midir acaba neler oldu diye?"
İşte o anda anladı Nihat Nadir geçmişin sayfalarının hâlâ açık olduğunu ve kolayca sararıp solmayacağını. Galiba biraz zorlamıştı şartları ve kopmuştu şartlar bir yerinden. Deniz'i suçlamak gelmedi içinden. İkisi de aynı oyunu oynamıştı belki de, diğerinin de oynadığını bilmeden ve kendi kendileriyle.
Sessizce salona dönüp ceketini aldı. Deniz soruyu bitirir bitirmez hatasını anlamıştı aslında ama 'belki üstünde durmaz, sıradan bir cevap verir ve konu kapanır,' diye düşünerek, sessiz kalıp bir süre beklemeyi tercih etmişti. Nihat, ceketini giymiş halde geri gelip kapının önünden geçerken, mutfaktan çıkıp çıkmamakta hâlâ tereddüt ettiğini fark etti onun.
"Anneme gitmem gerek," dedi.
Bu, genellikle evlilik sırasında söylenen bir söz olarak biliniyordu; üstelik söyleyenin de diğer taraf olması gerekirdi sanki. Epey ters gitmişti işler belli ki.
Deniz bir şey söylemek istediği halde söyleyemiyor gibiydi. Kapıdan çıkarken sordu.
"Döndüğünde Oğuz'a ne diyeceksin?"
İki gündür merak ettiği ismi de 'sonunda' öğrenmiş oldu böylece Nihat. Pek bir şey fark etmemişti ama olsun, Behiç Bulut temize çıkmıştı en azından.
"Senin onu beklediğini. Buraya gelmesinin iyi olacağını."
Hemen sonra düzeltme yapma gereği hissetti, döndüğünde böyle bir tebligat yapması mümkün değildi zira. Deniz'in sonsuza dek beklemesi insafsızlık olurdu sonuçta, her ne kadar ilk anda hak etmiş gibi görünse de gözüne.
"Ama sanırım görmesem iyi olur onu bundan sonra."
Asansöre doğru yürüdü. Deniz yarı aralık kapıya tutunarak arkasından baktı.
"Sandığın şeyi kastetmemiştim," dedi alçak bir sesle.
Nihat duymazdan geldi, asansörü beklemekten vazgeçip merdivenlere yöneldi.
Bazen insanın başına hayal gücünün sınırlarını zorlayacak kadar güzel şeyler gelebilir. Hayal edemeyeceği kadar kötüleri de tabii. Hayat muhtemelen ikisi arasında kalanların toplamından ibarettir.
Denizle arasında kıyı seviyesinden birkaç metre daha yüksek bir gezinti yolundan başka şey bulunmayan, eski sayılabilecek, beyaz, iki katlı bir binaydı. Sokaktaki diğerlerinden daha büyükçe idi, tam da hatırladığı gibi ve hemen önünde diğerlerinden daha küçük bir bahçesi vardı sarmaşıkla kaplı. Yıllar önce daha liseyi yeni bitirmiş bir öğrenci iken teyzesi ile birlikte geldiklerinde teyzesi içeri girerken o dışarıda beklemekte ısrar etmiş, neredeyse bütün akşamı bahçe duvarına yaslanarak geçirmişti. O gün binaya sırtını dönerek izlediği görüntü yıllar boyunca zihninde hiç değişmemiş, aksine adeta sabit bir resim hâlini almıştı. İşte o kalın mı kalın, demirden dökülmüş babalarından akan pasın denize dalan beton ayaklarını çepeçevre kuşatarak kahverengi bir harç yığınına çevirdiği köhne iskeleyi uzaktan ve çaprazdan resmeden görüntü şimdi karşısında duruyordu yeniden. Alacakaranlığın son demini süren bu soğuk Mart akşamında annesinin yaşadığı evi sokağa girer girmez tanıması bu sayede mümkün oldu.
Boyaları dökülmekte olan demir kapıyı yavaşça aralayarak bahçeye girdi. Tereddütlü adımlarla binanın giriş kapısına doğru ilerledi. Hava nerdeyse kararmak üzereydi. Dar patika boyunca çiçek ve sarmaşıkların arasından geçerek yürümeye devam etti. Teyzesinin yıllar önce, 'bir gün lâzım olacak,' diyerek kendisine verdiği anahtarı diğerleri ile birlikte arabanın torpido gözünde unuttuğunu hatırladı. Otelden epey uzaktaydı ve kendisini yorgun hissediyordu, yürümek istemedi. Kocasının ölümünden altı ay kadar sonra annesinin eklemlerinde oluşan bir hastalıktan ötürü yürümekte zorlandığını ve her gün gelmekte olan bir yardımcının akşam yemeğini hazırlayıp önüne koyana dek onunla birlikte kaldığını duymuştu teyzesinden beş-altı yıl önce. 'Belki de hâlâ evdedir,' diye düşündü. Zile basmak için birkaç merdiven çıkmak gerekti. Dış lâmba kendiliğinden yandı ve kapı önü aydınlandı. Yan duvarda dört zil gördü, sağ üsttekine bastı. Vedia Onur... Birkaç yıl önce ölen kocasının soyadı bu olmalıydı, ama annesine yakıştıramadı pek. Kapı açılmadı. Bir kez daha dokundu düğmeye, daha uzun süre bu sefer. Bir adım geri çekilip on saniye kadar bekledi. Son bir kez bastı ve devamında ne yapacağını düşünmeye başladı. Belki de kadın gitmişti ve annesi kapıyı açamıyordu. Otelin park yerine dönüp arabadaki anahtarı almaya karar verdi.
Tam yeniden aşağı inmek üzere basamaklara yönelmişti ki hemen solundaki bir pencerenin tül perdesi aralandı. Bahçe katındaki dairenin mutfak penceresine benziyordu bu. Camın ardında koyu renk uzun kollu hırkası, beyaz gömleği ve muhtemelen yarım asırlık kravatıyla bir ihtiyar belirdi. Her gün tıraş olmaya devam edenlerdendi, zamana meydan okuduğunu sananlardan. Göz göze geldiler. İhtiyar donuk ama manidar bakışlarla gözlerini Nihat'ın gözlerine dikmiş öylece duruyordu. Bu hâli ona bir şey sorma cesareti bulmasını engelledi. Adamın bir süre sonra serbest bıraktığı perde hafifçe salınarak önceki durağanlığına kavuşurken, Nihat da başını çevirip basamaklardan inmişti bile.
Tam yeniden aşağı inmek üzere basamaklara yönelmişti ki hemen solundaki bir pencerenin tül perdesi aralandı. Bahçe katındaki dairenin mutfak penceresine benziyordu bu. Camın ardında koyu renk uzun kollu hırkası, beyaz gömleği ve muhtemelen yarım asırlık kravatıyla bir ihtiyar belirdi. Her gün tıraş olmaya devam edenlerdendi, zamana meydan okuduğunu sananlardan. Göz göze geldiler. İhtiyar donuk ama manidar bakışlarla gözlerini Nihat'ın gözlerine dikmiş öylece duruyordu. Bu hâli ona bir şey sorma cesareti bulmasını engelledi. Adamın bir süre sonra serbest bıraktığı perde hafifçe salınarak önceki durağanlığına kavuşurken, Nihat da başını çevirip basamaklardan inmişti bile.
Dış kapıya doğru birkaç adım atmıştı ki bu kez aynı pencerenin bütünüyle açıldığını duydu. Ardından yaşlı bir kadın sesi ilişti kulağına.
"Birine mi baktınız oğlum?"
Başını yeniden geri çevirdi. Beyaza yakın renkte gri kısa saçlı, güleç yüzlü bir yaşlı hanım vardı bu kez pencerede. Sorusunu yineledi.
"Vedia Hanım'ı mı aradınız oğlum?"
"Evet," dedi binaya doğru birkaç adım atarak.
"Onu kaybettik ne yazık ki. Cuma gecesi vefat etti. Allah taksiratını affetsin."
Cevap vermedi Nihat, duyduğunu belli etmek için başını sallamakla yetindi. Tekrar bahçe kapısına doğru yürümeye hazırlandı.
"Kanserdi biliyor musunuz," dedi yaşlı hanım bu kez. "Diğer hastalığı ile de birleşince ağrıları iyice artmıştı son zamanlarında. Hareket bile edemiyordu artık."
Yeniden geri dönüp, pencereye doğru yaklaştı Nihat.
"Yardımcısı ağrı kesici ve sakinleştirici ilaçlarını yatağının yanındaki komodinin üzerine sayıyla bırakıyordu. O gece nasıl olduysa salondaki yemek masasına kadar gidip bulmuş hepsini ve yatağına dönüp içmiş bir seferde. Demek ki daha fazla dayanamadı artık. Dün toprağa verdik. Eski defterinde bir ev telefonunuz yazılıydı. Emin olamasak da sizi aradık. Ama ulaşamadık."
Onu görmeyi ummayan iki kadından birine gereğinden erken ulaşmış, diğerine ise kıl payı farkla geç kalmıştı. Yaşlı hanım sanki aklından geçeni duymuş gibi devam etti.
"Biliyor musunuz," dedi. "Bana bir gün burada onunla birlikte oturacağınızı söylerdi hep. 'Bir gün dönecek,' derdi. Ta ki son zamanlarına dek. Gelmeyeceğinize emindi artık son zamanlarında." Durdu. "Ama olur da bir gün gelirseniz, komodinin üst çekmecesindeki küçük metal kutuyu almanızı istedi. Bunu söyledi, sizin için bir şey varmış içinde. Anahtarı vermemi ister misiniz?"
"Evet."
Yaşlı kadının içeri girip yeniden pencerede görünmesi bir dakika bile sürmedi.
"İşte, alın..."
"Teşekkür ederim.,"
"Başınız sağ olsun," diyerek kapattı camı kadın.
Anahtarı çevirip içeri girdi. Düğmeyi el yordamı ile buldu. Bir süre holde bekledi. Odaların kapıları açıktı, arka tarafa bakan birinde yatağı görülebiliyordu. İlerleyip odaya girdi, ışığı açtı, oturdu. Komodinin üst çekmecesini kendine doğru çekti. Kutu oradaydı; orta boyda, metal bir bisküvi kutusu, eskilerden. Üst kapağı kaldırdı. Gönderilmemiş, belki de gönderilememiş mektupları gördü.
Kapıyı çekip anahtarı üzerine bıraktı. Merdivenleri yavaş adımlarla inip binanın önüne çıktı. Dış kapıyı kapattı. Başını hafifçe yana çevirdi. Az önce kadının kapattığı pencerede, camın gerisinde yaşlı adamı gördü yine, Nihat'ı izlemeye devam ediyordu. Patikayı geri yürüdü. Durup eski iskeleye son kez baktı. Bahçe kapısının rüzgârın etkisiyle ileri geri sallanırken çıkardığı gıcırtı, sarmaşıkların hışırtısına karışıyordu.
Bir yerde uzun süredir var olan bir şey geri gelmemek üzere yok olduğunda ortaya çıkan eksikliği o şeyin var olduğunu bilmeyen biri dahi hissedebilir. Uzun bir süre boyunca kimsenin duyamayacağı kadar alçak bir sesle gelip geçen herkesin kulağına fısıldar orası bunu. Nedenini bilmeden kafasını çevirip bakanlar, tanımlayamadıkları, bulanık bir boşluk duygusu hissederler.
Küçük ve rüzgârlı sahil kasabasında yeni bir akşam başlıyordu. Öncekilerden daha soğuk bir gece olacak gibiydi. Nihat ceketinin yakasını yukarı kaldırdı. Otele doğru yürümeye koyuldu. Yirmi dakikalık yürüyüşten sonra kapıdan girdiğinde bankodaki sarışın çocuğun yüzünde istemsiz bir şaşkınlık ifadesi belirdi.
"Anahtarı alabilir miyim," dedi elini bankonun üstüne koyarak. "Bu akşam ayrılıyorum."
"Geri dönmeyeceğinizi düşünmüştük artık," diye yanıtladı çocuk. "Valiziniz hemen burada."
Bankonun üzerinden geçirip verdi valizi. Nihat anlam verememişti.
"Otoparktaki aracı görmediniz mi?"
"Topu topu iki gecelik oda ücreti için aracınızı zincirleyemeyiz efendim. İstediğiniz zaman gelip alabilirdiniz onu. Odayı vermem gerekiyordu."
"Pekâlâ. Borcum ne kadar?"
Nazikçe gecelik ücreti söyledi çocuk. Üçle çarptı Nihat ve bankonun üstüne bıraktı parayı.
"Hoşça kalın." Ayrılık cümlesini söyleyebilmek için o yerden isteyerek uzaklaşıyor olmak gerekiyordu herhalde.
"Yine bekleriz efendim. Buyrun, bir kartımız bulunsun sizde."
Çocuğa baktı. İlk kez gülümser gibi bir ifade takındığını gördü onun. Kartviziti alıp ceketinin cebine koydu. Muhtemelen birbirleri ile karşılaşmak dahi istemeyen katılımcılarıyla yepyeni bir geceye daha hazırlanıyordu bu tuhaf otel ve Nihat Nadir için gitme vaktiydi.
Soluk ve her zamanki kadar rüzgârlı bir akşamdı. Yeniden yollardaydı. Önce bina, sonra cadde ve yol ışıkları arkasında kaldı. Yukarıya doğru çıktıkça rüzgâr kesildi, yerini soğuk ve sise bıraktı. Çok bilinen bir sözdür, "insan geçmişe değil, geleceğe bakmalı," derler. O, bu sisli yol manzarasında hangisini gördüğünü anlayamayacak kadar bitkin hissetti kendini. Belki geleceğiydi gördüğü, belki geçmişi. Belki de…Geçmişten kalma bir 'di'li gelecek zamanın hikâyesi'. Kim bilir...
Ağaçlar, ağaçlar, köyler, ağaçlar, köyler, ağaçlar, kasabalar, ağaçlar, kasabalar, şehirler, kasabalar, şehirler, şehirler, Şehir, arabalar, arabalar, arabalar... Bin kilometrenin özeti buydu Nihat için. Sırtı tutulmuştu muhtemelen ve bacaklarını da hissetmiyordu pek, ama mola verme gereği duymadı bu kez. Sürmeye devam etti, geri dönemeyeceği kadar uzağa, son noktaya varana dek. Şehre yaklaştıkça yağmur başladı yeniden. Belki de bıraktığı yerde bekleyen bir tek o vardı...
Eve girdiğinde tozlu dev şehir yeni bir işgününe çoktan uyanmış, sabah hareketliliği başlamıştı bile. Vestiyerin önünde durdu. Anahtarı kapının arkasına taktı, biraz bekledi. Çevirdi. Salonun içine doğru ilerledi. Beklediğinden farklı gelişmişti her şey. En kötüsü mü olmuştu tartışılabilirdi belki ama artanlarla idare etme zamanlarından biri olduğu belliydi. Elindeki metal bisküvi kutusunu çalışma masasının üzerine koydu. Deniz'in fotoğrafını ceketinin cebinden çıkarıp, dik olarak bisküvi kutusuna dayadı ve otelin kartını da. Kartın üzerindeki ifade ilgisini çekti. Büyük punto ile yazılmış otel adının hemen altında matbaa işi bir el yazısıyla 'Seneye Yine Bekleriz,' yazılıydı. Dudaklarında buruk bir gülümseme belirdi.
Pencereye doğru yürüdü, camı ardına dek açtı. Şehrin gürültüsü bütün eve yayıldı. Bütün sesler, kim nerede ne söylüyor ya da yapıyorsa bu gürültünün içindeydi. Ayrıştırmak güçtü elbette ama yeterince kulak verip dinlediğinde hepsini ayrı ayrı duyabildiğini fark etti. Ellerini dışarı uzatıp sağanağa dönüşen yağmurda ıslanmalarını izledi. Sonra yeniden vestiyere döndü. Islak ceketini çıkarıp askıya astı. Başını kaldırıp aynaya baktı ve Selim'le göz göze geldi.
"Biliyorum," dedi ona, "acılarımızın dinmesi gerekiyordu. Onun da, bizim de. Ama yine de üç gece önce çok kötü bir şey yapmış olabilirim."
"Pek sanmıyorum," diye yanıtladı Selim. "Bizi beklemiyor muydu zaten?"
"Aranın ardından yeniden birlikteyiz sevgili seyirciler. Dilerseniz 27 Mart 2009 Cuma sabahının gündemine geçmeden önce 26 Mart Perşembe gecesinden bugüne sarkan haber başlıklarına bir göz atalım... Dün geceye yine Dandanakan terör örgütüne yönelik operasyonda yapılan şok baskınlar damgasını vurdu sayın seyirciler! Sabaha karşı yapılan otuz birinci dalga baskınlarda operasyonun kapsamının iyice genişletildiği ..."
Kumandaya uzandı ve televizyonu kapattı Selim. Masanın diğer ucunda duran bisküvi kutusunu eline aldı. Kalemlikten otelin kartvizitini buldu. Monitörün yan tarafına bantla tutturulmuş fotoğrafla birlikte bisküvi kutusunun içine koydu. Koltuğa asılı sırt çantasını açtı ve kutuyu en dibe özenle yerleştirdi. Ondokuz bakım istiyordu artık ve yol uzundu. Neyse ki bu kez bir yıl önceki gibi acil yetişmesi gereken bir durum yoktu. Pikaba eski bir Queensrÿche plağı taktı. Akşama daha zaman vardı, sayfa yetişecekti. Daha fazla zaman kaybetmeden, bıraktığı yerden devam etmesi gerekiyordu yalnızca. Okuyuculardan gelen mesajları kapattı, yarıda bıraktığı yazıyı açtı. Nerede kaldığını hatırlamak için son yazdığı satırları yeniden okudu.
"Uzun süredir kafanızı kurcalayan bir konu bu dönemde çözüme kavuşabilir. Tek yapmanız gereken, dostlarınızın işbirliği tekliflerini geri çevirmemek ve onlara güvenmek. Yapmayı düşündüğünüz şeyleri ertelemeyin..."
Devamını nasıl bağlayacağına karar vermekte zorlanmadı.
"Ve size sizin kadar yakın olan dostlarınıza da güvenin..."
Açık camdan gelen yağmur sesi, iğnenin tatlı çıtırtısına karışıyordu.
"... Arkama bir göz attığımda,
kendimi değil başkasını görüyorum.
Ve bakmaya devam ediyorum.
Nerede olduklarını düşünmediklerimize...
-BİTTİ-
Dahilî Müzik Yayını (*)
![]() |
| Joe Cocker - The Letter (1981) [First Release: 1970] [Originally released by 'The Box Tops' (1967)] |
![]() |
| Queensrÿche - Someone Else? (1994) |
(*) : Dahilî demekten maksat, oda fiyatına dahil manasına.




















Hiç yorum yok:
Yorum Gönder